Elinde selpaklarla dolmuş ve otobüslerden inen insanların arasında geziniyordu. Üzerinde kendisine büyük gelen, giyilmekten eskimiş bir pantolonla, siyahtan griye dönmüş yer yer yırtık bir tişört vardı. Minicik, esmer ellerini uzatıp
“Selpak ister misiniz? Selpak ister misin abla?” deyip duruyordu.
Kimisi hemen para çıkarıp alıyor, kimisi bozuğum yok deyip geçiyor, kimisi görmezden geliyor, kimisi de dokuz yaşında bir çocuğun çalışmasını onaylamadığını gösteren bakışlar atıyor ya da üzüntüsünü belli etmek için yüzünü buruşturup geçiyordu. Durup “çocuğum sen okula gitmiyor musun?” diye soranlar olurdu bazen. Mesut böyle durumlarda uzaktan izleyen babasının bakışları altında kısa cevaplar verirdi.
Bugün çok önemli bir görevi vardı ve onu halletmesi şarttı. Fark ettirmeden etrafına bakıyor, kendisini gözetleyen babasını kolluyordu. On dört yaşındaki ablası Songül’ü geçen sene kırk yaşında bir adamla evlendirmişlerdi ve Songül’ün hiç arkadaşı yoktu. En büyük hayali kilitli bir defterinin olmasıydı. On iki yaşındaki ağabeyi Metin ise iki sene önce çalıştığı tekstil fabrikasındaki pres makinesinde iki kolunu kaybetmişti. Aslında insan uzvu görünce makinenin otomatik olarak durması gerekiyordu, fakat üretimin yavaşlamaması için patron aletin bu özelliğini bilerek bozmuştu. Bu olay esnasındaki kan kaybından dolayı beyninde de ufak bir hasar oluşmuştu. Çalışacak durumda değildi. En büyük hayali bir paket çikolataydı. Daha önce işyerindeki patronun oğlunun elinde gördüğü bir marka vardı ve bundan Mesut’a tüm ayrıntılarıyla defalarca, ağzının suyu akarak bahsetmişti. Mesut, defteri hemen meydanı geçince köşedeki kırtasiyede bulmuştu ve kırtasiyenin iki yanında bakkal vardı. Defter ve çikolata için on dört lira gerekiyordu. İki defa babasına paranın bir kısmını kaybettiğini söylemiş, yediği dayağa razı olmuştu. Şimdi karşılığında cebinde tam on dört lirası vardı ve sadece babasının oradan ayrıldığı on dakikaya ihtiyacı vardı. Saatler geçiyor, babası bir yere ayrılmıyordu. Günlerden yirmi üç nisan, pazartesiydi. Cuma olsa camiye gitme ihtimali vardı. Köşede bekçi gibi oturmuş, Mesut’tan gözünü ayırmıyordu. Kendisinden selpak isteyen yaşlı bir amca bozuk paralarını sayarken, babasının kıpırdandığını görüp heyecanlandı. Adamın gitmesini bekleyip işaret etti babası. Camiye, tuvalete gidiyordu. Mesut’un kalbi hızla atmaya başladı. Eğer büyük tuvaletini yapacaksa, Mesut tam da gerekli zamana sahip demekti, ama küçük yapıp Mesut’tan önce dönerse yanmıştı. Babası gözden kaybolur kaybolmaz, sağına soluna hızlıca baktı ve düşünmeden koşmaya başladı. Meydana çıkan merdivenleri ikişer ikişer tırmanıyordu. Meydanda yirmi üç nisan kutlamaları sebebiyle coşkulu bir kalabalık vardı. Abartılı hareketler yapıp dikkat çekmeden yürümeye başladı. Gördüğü herkes onu tanıyabilir, babasına şikâyet edebilir, ensesinden tutup “nereye bakalım?” diyebilir gibi geliyordu. Korkuyordu, ama bu görevi tamamlamaya kararlıydı. Ellerinde küçük bayraklar olan neşeli çocuk gruplarının arasından geçiyordu. Bazı grupların başlarında öğretmenler vardı ve çocuklarla hep bir ağızdan şarkılar söylüyorlardı.
“SANKİ HER TARAFTA VAR BİR DÜĞÜN
ÇÜNKÜ EN ŞEREFLİ, EN MUTLU GÜN
BUGÜN YİRMİ ÜÇ NİSAN
HEP NEŞEYLE DOLUYOR İNSAN!”
Onların hemen karşısında küçük bir grup ellerinde pankartlarla slogan atıyorlardı. Üzerlerinde “ÇOCUK İŞÇİLİĞİNE SON” “ÇOCUKLAR PARA KAZANMAK YERİNE, OKULA GİTMELİDİR” “ÇOCUKTAN GELİN OLMAZ!” “OYUN BİTTİ” yazan pankartlara çarpıp duruyordu. İki grubun arasından sıyrılarak ilerlemeye çalışıyor, kalabalık yüzünden koşamıyordu. İnsanlara kendisini çok fark ettirmemeye çalışarak, aralardan yürüdü. Sonunda meydanın diğer tarafına varmıştı. Derin bir nefes alıp kırtasiyeye doğru koşmaya başladı. Hızla içeri girip daha önce rafta gördüğü defteri işaret etti. Adam defteri raftan alıp poşete koydu.
“Poşete gerek yok!” Defteri tişörtünün içinde saklayacaktı ve poşet gibi ses çıkaran bir şeye saramazdı. Kalan iki lirayı alıp bakkala girdi. Eğer o an onu görseydiniz, yasadışı bir şeyler aldığından emin olabilirdiniz. Doğru çikolatayı bulması gerekiyordu, ama zamanı kalmamıştı. Kapakların önlerine hızlıca bakıp aradığı markayı buldu. Altında No: 1 yazması gerekiyordu. Çünkü bu çikolata bir numaraydı. Türkiye’de mi, yoksa dünyada mı bir numara, bilmiyordu, umurunda da değildi. Çikolatayı alıp parayı verdiği gibi meydana doğru koşmaya başladı. Babasının tuvalette biraz uzun kalması için içinden dua ederek merdivenleri tırmandı. Meydandaki insanlar olmasa çoktan dönmüştüm, diye düşünerek kalabalığın arasına daldı. Nefes nefeseydi ve terden sırılsıklam olmuştu.
Çizen: Neşe Engin