22 Nisan, 2025

OYUN BİTTİ


Elinde selpaklarla dolmuş ve otobüslerden inen insanların arasında geziniyordu. Üzerinde kendisine büyük gelen, giyilmekten eskimiş bir pantolonla, siyahtan griye dönmüş yer yer yırtık bir tişört vardı. Minicik, esmer ellerini uzatıp
“Selpak ister misiniz? Selpak ister misin abla?” deyip duruyordu.
Kimisi hemen para çıkarıp alıyor, kimisi bozuğum yok deyip geçiyor, kimisi görmezden geliyor, kimisi de dokuz yaşında bir çocuğun çalışmasını onaylamadığını gösteren bakışlar atıyor ya da üzüntüsünü belli etmek için yüzünü buruşturup geçiyordu. Durup “çocuğum sen okula gitmiyor musun?” diye soranlar olurdu bazen. Mesut böyle durumlarda uzaktan izleyen babasının bakışları altında kısa cevaplar verirdi.
Bugün çok önemli bir görevi vardı ve onu halletmesi şarttı. Fark ettirmeden etrafına bakıyor, kendisini gözetleyen babasını kolluyordu. On dört yaşındaki ablası Songül’ü geçen sene kırk yaşında bir adamla evlendirmişlerdi ve Songül’ün hiç arkadaşı yoktu. En büyük hayali kilitli bir defterinin olmasıydı. On iki yaşındaki ağabeyi Metin ise iki sene önce çalıştığı tekstil fabrikasındaki pres makinesinde iki kolunu kaybetmişti. Aslında insan uzvu görünce makinenin otomatik olarak durması gerekiyordu, fakat üretimin yavaşlamaması için patron aletin bu özelliğini bilerek bozmuştu. Bu olay esnasındaki kan kaybından dolayı beyninde de ufak bir hasar oluşmuştu. Çalışacak durumda değildi. En büyük hayali bir paket çikolataydı. Daha önce işyerindeki patronun oğlunun elinde gördüğü bir marka vardı ve bundan Mesut’a tüm ayrıntılarıyla defalarca, ağzının suyu akarak bahsetmişti. Mesut, defteri hemen meydanı geçince köşedeki kırtasiyede bulmuştu ve kırtasiyenin iki yanında bakkal vardı. Defter ve çikolata için on dört lira gerekiyordu. İki defa babasına paranın bir kısmını kaybettiğini söylemiş, yediği dayağa razı olmuştu. Şimdi karşılığında cebinde tam on dört lirası vardı ve sadece babasının oradan ayrıldığı on dakikaya ihtiyacı vardı. Saatler geçiyor, babası bir yere ayrılmıyordu. Günlerden yirmi üç nisan, pazartesiydi. Cuma olsa camiye gitme ihtimali vardı. Köşede bekçi gibi oturmuş, Mesut’tan gözünü ayırmıyordu. Kendisinden selpak isteyen yaşlı bir amca bozuk paralarını sayarken, babasının kıpırdandığını görüp heyecanlandı. Adamın gitmesini bekleyip işaret etti babası. Camiye, tuvalete gidiyordu. Mesut’un kalbi hızla atmaya başladı. Eğer büyük tuvaletini yapacaksa, Mesut tam da gerekli zamana sahip demekti, ama küçük yapıp Mesut’tan önce dönerse yanmıştı. Babası gözden kaybolur kaybolmaz, sağına soluna hızlıca baktı ve düşünmeden koşmaya başladı. Meydana çıkan merdivenleri ikişer ikişer tırmanıyordu. Meydanda yirmi üç nisan kutlamaları sebebiyle coşkulu bir kalabalık vardı. Abartılı hareketler yapıp dikkat çekmeden yürümeye başladı. Gördüğü herkes onu tanıyabilir, babasına şikâyet edebilir, ensesinden tutup “nereye bakalım?” diyebilir gibi geliyordu. Korkuyordu, ama bu görevi tamamlamaya kararlıydı. Ellerinde küçük bayraklar olan neşeli çocuk gruplarının arasından geçiyordu. Bazı grupların başlarında öğretmenler vardı ve çocuklarla hep bir ağızdan şarkılar söylüyorlardı. 
“SANKİ HER TARAFTA VAR BİR DÜĞÜN
ÇÜNKÜ EN ŞEREFLİ, EN MUTLU GÜN
BUGÜN YİRMİ ÜÇ NİSAN
 HEP NEŞEYLE DOLUYOR İNSAN!” 
Onların hemen karşısında küçük bir grup ellerinde pankartlarla slogan atıyorlardı. Üzerlerinde “ÇOCUK İŞÇİLİĞİNE SON” “ÇOCUKLAR PARA KAZANMAK YERİNE, OKULA GİTMELİDİR” “ÇOCUKTAN GELİN OLMAZ!” “OYUN BİTTİ” yazan pankartlara çarpıp duruyordu. İki grubun arasından sıyrılarak ilerlemeye çalışıyor, kalabalık yüzünden koşamıyordu. İnsanlara kendisini çok fark ettirmemeye çalışarak, aralardan yürüdü. Sonunda meydanın diğer tarafına varmıştı. Derin bir nefes alıp kırtasiyeye doğru koşmaya başladı. Hızla içeri girip daha önce rafta gördüğü defteri işaret etti. Adam defteri raftan alıp poşete koydu.
“Poşete gerek yok!” Defteri tişörtünün içinde saklayacaktı ve poşet gibi ses çıkaran bir şeye saramazdı. Kalan iki lirayı alıp bakkala girdi. Eğer o an onu görseydiniz, yasadışı bir şeyler aldığından emin olabilirdiniz. Doğru çikolatayı bulması gerekiyordu, ama zamanı kalmamıştı. Kapakların önlerine hızlıca bakıp aradığı markayı buldu. Altında No: 1 yazması gerekiyordu. Çünkü bu çikolata bir numaraydı. Türkiye’de mi, yoksa dünyada mı bir numara, bilmiyordu, umurunda da değildi. Çikolatayı alıp parayı verdiği gibi meydana doğru koşmaya başladı. Babasının tuvalette biraz uzun kalması için içinden dua ederek merdivenleri tırmandı. Meydandaki insanlar olmasa çoktan dönmüştüm, diye düşünerek kalabalığın arasına daldı. Nefes nefeseydi ve terden sırılsıklam olmuştu. 
Çizen: Neşe Engin



02 Temmuz, 2024

TOPRAĞA KARIŞANLAR


Gecenin karanlığından kopan, ağlayan bir çocuk sesine açtı gözlerini, panikle. Nefes nefeseydi. Üç sene önce sigarayı bıraktığından beri, yüksek bir yerden düşme duygusuyla uyanırdı arada bir. Son aylarda bu, yerini çocuk sesiyle uyanmaya bırakmıştı. Kendi kendisine “önemi yok, uyduruk filmlerdeki gibi” diyerek durumu geçiştirdiğinden, ben de size çocuk sesi diyorum, ama aslında bu ses kendi kızına aitti. Gerçi bu sesi daha önce hiç duymamıştı. Zemini ahşap olan bambu evin bir kedi kadar sessiz olması, buna karşılık gece içeride gezinen bir böceğin bile tıkırdaması başlarda uykularını kaçırmıştı, ama yavaş yavaş alışıyordu. Bazen de bambu ev ıslak bir zeminde durduğundan kendi kendine gıcırdıyordu. Buraya geleli bir ay olmuştu. Tayland’ın Chiang Rai şehrinde, pirinç tarlaları ve çay plantasyonunun ortasında, küçük bir gölün kıyısında, hatta kısmen içindeki bu bambu evde kalıyor, buradaki insanların verdiği yemek ve yatak karşılığında gönüllü çalışıyordu. Tarlalarıyla ilgili işleri faranglara güvenmeyip, kendileri yaptıklarından buralarda kalmak için gelen gönüllülere kendilerinin yapamadıkları, farklı işler veriyorlardı. Bu çiftlik arazisinin içerisinde bulunan birkaç bungalovu kiraya veren karı koca bunu gelen turistlere nasıl duyuracaklarını bilmediklerinden Adar onlara bu konuda yardım ediyordu. Bu yer adına sosyal medya hesapları açıyor, paylaşımlar yapıyor ve bunu nasıl yaptığını çiftliğin sahiplerine gösteriyordu. Yoğunlaştırılmış hashtag dersleri dışında günde birkaç saat yanında kaldığı ikiliye ve onların birkaç çiftçi tanıdığına İngilizce öğretiyordu. Burada sadece bir haftası kalmıştı, sonra gönüllü iş yapacağı başka bir yere geçecekti. Tayland’ın pek çok yerinde gönüllü iş yapabilmek için genellikle para ödemeniz gerekiyordu ve Adar içlerinden para istemeyenleri arayıp buluyordu çünkü yanında yol parası ve birkaç parça kıyafet dışında hiçbir şeyi yoktu. Çoğu insanın sık sık, kendisinin de geçmişte birkaç kez Karaköy’de bir akşam yemeğinde harcadığı bu para onu aylarca idare edecekti. Yatağın yanına koyduğu su şişesine uzandı. El yordamıyla kapağını açıp, kafasına dikti. Ağzı leş gibi kokuyordu. Evde olsa kalkıp, dişini fırçalardı. Koku takıntısı olan pek çok insan gibi kötü kokan kendisi olduğunda bile buna dayanamazdı. Şimdiyse umurunda değildi. Böcek olmasın yeter suyun içinde. Lık lık lık. Sonra ellerini kokladı, yıkamasına rağmen baharatların kokusu sinmişti. Leş gibi. Her şey leş gibi kokmuyor mu zaten? Yıkamaktan solmuş siyah tişörtü ve gri ince pijama altıyla yorganın altından çıkıp yatağın üzerine bağdaş kurarak oturdu. Topladığı halde dağılmış uzun saçlarından tokayı çıkarıp, bir kez daha tepeden topladı. Yüzünü açmak ister gibi kafasının ön kısmındaki saçları birkaç kez geriye itti. Kuzeyde olduğu için geceler Tayland’dan beklemediği kadar serindi. Burada şalını çıkarmadan uyumak gibi bir adet edinmişti. Boynuna doladığı solmuş mor, yeşil, bordo şalın onu her neyden korkuyorsa ondan koruduğunu sanıyordu. Galiba en çok böceklerden. Bambuların arasından koca kafalı ve uzun bıyıklı kedi balıkları görünüp, içeri süzülen sularla birlikte bir anda hışırdayan evi patlatıp içeri gireceklerdi sanki. İşte o zaman boynundaki şal onu koruyacak, kimse onu boynundan ısıramayacak ya da böcekler boğazından süzülüp, tişörtünün içine giremeyeceklerdi. Ama bu şal onu her geceki gibi terletmişti. Leş gibi kokmuştu o da, ayaklarını kokladı eğilip, fena değil ama yine de yıkasa iyi olurdu. Kızının yumuşak, pudrayla karışık ayak kokusu geldi burnuna sonra. İçine çekti bu güzel kokuyu. Tayland’da kokularla kavgası iyice çığrından çıksa da kızının hatırladığı bebek kokusuna kendisini bıraktığında sakinleşiyordu. Gerçi kızının ayaklarını hiç koklamamıştı. Şalını, tişörtünü çıkarıp kocaman memelerinin terini kurutmaya çalıştı. Gecenin yarısıydı ve böceklerin nereden geleceği belli olmazdı, o yüzden serinler serinlemez geri giyindi. Ayağa kalkıp, ışığı yaktı. Kapıdan çıkıp, aynı ahşap zeminin üzerinde ayrı bir bungalov olan tuvalete girdi. Klozete oturduğunda evinin tuvaletini düşündü. Yıllarca yaşadığı evinin dışında tuvalete giremediği günleri hatırladı. Tuvaletini düşünüp, özledi. Bembeyaz, tertemiz klozetini, onun yanındaki çamaşır makinesi üzerinde duran ve banyoyu mis gibi kokutan renk renk, büyük kalıp sabunlarını, üzerinde bir adet saç görse temizlediği lavabosunu. Özellikle haftalık temizlik sonrası ne de güzel olurdu o mis gibi tuvalete girmek ya da kendi banyosunda duş almak. Evindeki banyoda duşakabin vardı. Ama Cihan her zaman küvet istediğinden bahsederdi. Duşakabin, küvet fark etmez. İnsanın kendi evinde, banyosunda yıkanması mükemmel bir şey, diye düşündü. Gözlerini kapattı. Krem rengi fayanslar, pembemsi damarlarıyla gözünün önüne geldiler. Sevdiği açık kahverengi havlu ve beyaz bornozunu düşündü. Derin bir nefes aldı. Temiz çamaşır kokusu gelmişti burnuna. Sonra Cihan’ın parfümünün kokusu… Kendi ellerini tuttu ve burnunun önüne getirip, dudaklarına değdi. Cihan ellerini tutmuş “korkma, sakin ol,” diyordu. Üzerlerinden camları patlatırcasına geçen F-16ların seslerini duydu. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı ve evde pencere görmeyen tek bir oda olmadığından banyoda, yerde oturmuşlardı elele. Adar o gece Ankara’daki birkaç arkadaşını görmek üzere otobüse binecekti ve gecikmişti. İnternette yazılan “sokaklarda asker var, neler oluyor,” gibi cümlelerle yavaşlamış, bavulunu bir kenara bırakmış, neler olduğunu sosyal medya üzerinden takip etmeye çalışmıştı. Sonra televizyonu açmış, panik içinde ailesini aramış, Cihan’a sarılmış, markete gidip birkaç günlük yiyecek almaya karar vermişti. Koşarak gidip, boşaltılmış markette kalan son birkaç paket makarnayı almışlardı. Cihan beş paket sigara almıştı, sigarayı bir sene önce Adar’la birlikte bırakmış olmalarına rağmen. O gece yine de hiç sigara içmemişlerdi. Banyoda yerde gözlerini dehşetle açmış, Adar’ın çığlıkları arasında birbirlerine bakarlarken, “neden gitmedik daha önce burdan sanki,” diye sayıklayıp durmuştu Cihan. “Sıçtığımın yerinde kaldık, ait olduğumuz yerde direnelim dedik, bok vardı! Sabaha sağ çıkarsak bebeğim, ikimiz ne var ne yoksa bırakıp gideceğiz, hatta üçümüz.” Adar’ın karnına dokundu. “Bambaşka bir yerde, insan gibi bir hayat kuracağız. Bu bebeğe de iyi bir hayat vereceğiz! Konuşulmayacak bile bu konu! Yeter!” Adar onu duyuyor ama aptallaşmış suratıyla, “Savaş çıktı. Cihan, savaş çıktı, sabaha çıkamayız! Sığınak yok mu bu evde! Ah savaş çıktı sanırım!” diye bağırıp duruyordu. Adar nefes alırken zorlanmaya başlayınca, Cihan onu dik oturttu. Daha önce bir yolculukta uçağın fazla sallanması anında olan şey yine tekrarlanıyordu. Adar nefes alamıyor, Cihan onun nefes alabilmesi için ellerini tutmuş, onu sakinleştirmeye çalışıyordu. “Şimdi ben sayarken nefes al, bir, iki, üç, dört, şimdi ver, bir, iki, üç, dört! Kötü hiçbir şey olmayacak, sakin ol, bu ülkede ölmeyeceğiz!” 

Adar o gece, hamileliğinin üçüncü ayına girmeden bebeğini düşürmüştü. Klozetin dibini düşündü. Çamaşır suyu döküp, fırçaladığında tertemiz olan, içinde tuvalete girme isteği uyandıran. Ama sonra iyice, bol suyla durulamak lazım. Tuvalet fırçasını da sık sık temizlemek lazım. Sağa sola baktı, burada tuvalet fırçası yok. Nasıl temizliyorlar acaba? Duş telefonuna benzeyen, taharet musluğu yerine kullanılan, tuvaletin arkasında takılı küçük aparata baktı. Midesi bulandı. Tuvalet kâğıdı da kalmamıştı. En iyisi hızlı bir duş almak diye düşündü. Duş almak için ayrılan kısmın zeminine serpiştirilen taşların arasından toprak zemin görünüyordu. Belki bebeği oradan çıkıp ayaklarının arasında gezinmeye, sonra onu kaşındırmaya başlardı. Ayağa kalkıp, üstündekileri çıkarıp, duşun altına girdi. Suyun saçlarının arasından, omzundan, kollarından, bacaklarından akmasına izin verdi bir süre. Uçağa binerken çantasını yanına alabilmek için küçük kutuda aldığı şampuanına uzandı. Şampuanı saçında köpürttükçe çıkan kokuyla mest oldu. Kendisini kokuya bırakmışken altındaki böcekleri düşünmeye başladı. Artık korkmuyordu galiba onlardan, üstünde yürüseler ne olacaktı ki? Buralarda on çeşit zehirli böcek olduğunu okumuş, adlarını ve renklerini ezberlemişti. Onun dışında gelsinler, gezsinler üstümde istedikleri kadar, neden korkuyorum ki sanki? Cihan’ın da üzerinde böcekler geziniyordur şimdi. Neyse ki tek parça halinde kaldı. Parçalara ayrılsa dayanamazdım. O korkunç geceden yaklaşık altı ay sonra, bebeğini kaybetmenin acısına birlikte göğüs germiş, artık onu olduğu yerde huzurlu bırakmak gerektiğine ikna olmuş, gelecekteki hayatları hakkında tekrardan konuşmaya başlayabilmişken... Bir akşam birlikte hazırladıkları yemeği yediler, birer kadeh kırmızı şarap içtiler. Cihan’ın arkadaşlarıyla buluşmak için birkaç saatliğine Taksim’e gittiği ve Beşiktaş’taki kırmızı ışığı asla geçemediği o gece. Cihan o sarı dolmuşun ön koltuğunda, o kırmızı ışıkta elinde telefonla, arkadaşlarına “varmak üzereyim” yazdıktan bir saniye sonra dondu. O noktayı ve o kırmızı ışığı asla geçemedi. Patlayan bomba üzerine bakanlarŞu anda arkadaşlarımız olayın aydınlatılması için çalışmalarını sürdürüyorlar. Şehit konusunda şimdi değil, bir değerlendirme yaptıktan sonra kamuoyuna bir açıklamada bulunacağız” gibi cümleler kurdular. Haberlerde Cihan’ın adı geçmese de kendisine bir rakam olarak yer verildi. Saçlarının arasına suyu iyice tutup duruladıktan sonra, ayaklarında hissettiği kaşıntı yüzünden eğilip yere baktı dikkatle. Hiçbir şey yoktu. Artık ait olmadığına, hatta ait olamayacağına emin olduğu toprakları bırakıp, geldiği yeni topraklar taşların arasından görünüyordu. Ait olmadığı o yerde kendisine ait bir şeyin de kalmadığını iyice gördükten sonra çıkmıştı yola, ama burada ne aradığını da bilmiyordu. Mutluluk, yeni bir hayat, sadece korkmadan basabileceği bir toprak? Birkaç gün önce tanıştığı bir budist rahip, ona “aradığını bulduğunda onu aradığını anlayacaksın,” demişti. Adar rahibin elindeki son model telefona bakıp, onu birisinin hediye edip etmediğini, adamın onu nasıl edindiğini düşünmüş, söylediklerini kalbiyle dinleyememiş, dahası onu ciddiye alamamıştı. Belki de arayışı sona erdiğinde bulacaktı onu, belki aidiyet ihtiyacından kurtulduğunda, hiçbir şeye, yani herkese ve her şeye ait olunca ve karışınca çözülecekti mesele. Askıda duran havlusunu ve yere bıraktığı kirli çamaşırlarını alıp, bambu evine gitti. Kapıyı kapattıktan sonra çırılçıplak uzandı yatağına, böceklere açtı bedenini, bacaklarını ve koca gövdesini. Gece sessizdi. 

 

 


19 Ocak, 2018

KARNE HEDİYESİ

Yarıyıl tatiline girmeden önceki son gün, son dersler, karne heyecanı. Çocukluğumuzun silgi kokulu sınıflarından kalma bu duyguyu bir öğretmen olarak hala duyabiliyorum ve bunu eski anı raflarımın arasında tutarken, artık karneyi alan değil veren olsam da bir okulda öğrenciler arasında bugünün tadını çıkarıyorum. Etrafı seyrediyorum, çocukların karne hediyeleri konuşmalarını, heyecanla anlattıkları tatil planlarını dinliyorum. Düşünüyorum. Ne tatlı geliyordur koca bir okul dönemi sonrasında anneanneye, babaanneye, dedeye karneyle koşmak. Karne hediyesi telaşına giren anne babaları düşünüyorum. Geçmişte çocuklarına karne hediyesi diye kedi, köpek aldığına şahit olduğum birkaç anne baba geliyor aklıma. Yine bununla ilgili bir şeyler yazasım geliyor, kızıyorum, ben köpekmişim de bir hediye paketine sarılıp, kurdeleyle benimle tam ne yapacağını bilemeyen ama yine de sevinçten deliye dönen bir insana sunulmuşum gibi kızıyorum.
Ne yazacağımı ve neden yazacağımı bilmiyorum. Çünkü herkes yine bildiğini okuyacak diyorum. Sonra ben yine de yazayım, belki bir kişi görür ve bir tanesine engel olurum diyorum. Törenin ortasında bahçeye çıkıp ÇOCUKLARINIZA KARNE HEDİYESİ OLARAK HAYVAN ALMAYIN. ONLARI EŞYA GİBİ GÖRMELERİNİ SAĞLAMIŞ OLUYORSUNUZ BUNU YAPARAK. ONLARIN SİZDEN BİR FARKI YOK! ALMAK İSTİYORSANIZ BARINAKTAN ALIN VE BUNUN ADINI KARNE HEDİYESİ KOYMAYIN!  diye bağırmak istiyorum ama sonra bunun delice bir hareket olacağını ve herkesin hareketime takılıp, ne dediğimi tam dinlemeyeceklerini düşünüyorum. Sonra benim de arkamdan Panter Cemile falan diye alay edecekler. Hem bu konuşmayı çok uzun buluyorum. İnsanların artık uzun cümlelere, konuşmalara katlanamadıklarını hatırlıyorum. Sonra çocuklarına alacak hediye bulamayanlara bir hediye listesi önerisi yapmayı düşünüyorum. Kitap, defter, oyundan başka bir şey gelmiyor aklıma. Ben bunu yazayım en iyisi, insanlar bunun altına yorumlarla hediye önerirler belki, belki de kendi aldıklarını yazarlar diyorum. 

04 Aralık, 2016

BUGÜN KİTAPLARDAN PINAR KÜR, SADIK BEY


Başaramadın mı Sadık Bey? Yo, hayır, koşullandırmıyorum seni. Soruyorum yalnızca. Yaşamayı beceremedin mi? Ertelemek mi? Bana pek ertelemişsin gibi gelmedi. Daha çok vazgeçmişsin gibi. Kendinden evet. Biranı alıp neşeyle oturduğun masadan, ellerini uçurarak anlatacağın hikâyelerden, gözlerinin içine baktıkça çoğaldığın kadından, onun ceplerinde duran ellerini tutmak için duyduğun kaygı ve heyecandan, doğurganlığından, okumaktan, güvenmekten, insanlardan, duyduklarından, tiyatrodan, yaralanmaktan, yazmaktan, düşünmekten, okumaktan, anlardan, tutkularından, şiirden… Duyamadım… Ayrıntılar mı? Hayır, ayrıntılarda boğulmuş olman diğer her şey gibi bahane. 
                                             
Pınar Kür ustaca sıyırmış seni ayrıntılarından. Pek çoğunu okura bırakmış, seni kurban etmemek adına; ya da kendisi de bıkmış, usanmış senden. “Printout”larınla seni baş başa bıraksa daha mı iyi olurdu; sahteliklerle sarılmış ama sarsılmamış dünyanda öyle yaşayıp giderdin de, kurumsal kurumsal. Kurumsal uyanır, kurumsal kahvaltılar eder, kurumsal kazıklanır, kurumsal kazıklardın sıra sana geldiğinde. Üstünü raporlar, altını baskılardın ki ara ara, var olabil. Varoluşunun özüne işlediğine göre, bunlarsız bir hiçsin ne de olsa. Fakat Pınar Kür böylesine basitliği ve normalleşen izansızlığı pek çok insanın yaptığı gibi çiğneyip, yutamamış olacak ki, senin öylece yaşayıp gitmene durmayacağını bile bile dur demek istemiş. Belki de farkında olsan da, rahat etmesen yeter ona. Sadık Beyleri, çıkar ilişkileriyle örülü ağında öylece, - pek başarılı olamasa da- normal normal yaşayıp giderken, ensesinden tutup cehenneminin derinliklerinden çıkarıvermiş; kurtarma hayaliyle değil, tepeden birkaç saat nerede durduğunu seyretsin diye. Evet, sizden bahsediyorum. Size ‘siz’ ya da  ‘kendileri’ diye patron patron hitap edilmesinden hoşlanmazken ve bu duruma eleştirel yaklaşırken bile bundan beslenmediniz mi efendim? Evet, diğerleri gibi… Vazgeçtiklerini, unuttuklarını bile unutan yığınlar gibi, Sadık Beyler de gündelik ve geçici ve yalan ve kendi yarattığı, paçalarından kurumsallık akan değerlere ve doğrulara sırt yaslamışlardı ne de olsa. Tek çıkış yolu arada bir uğradığın meyhane miydi? Yalnızlığını ve geç kalmışlığını en çok burada hissetmiyor muydu oysa? Kendisine pek çok soruyu sormaya da burada başlamadı mı? Gençliğinden kalma bu yer, aslında özünden, kendisinden Sadık Bey’e kalan tek şey değil miydi? Öz kızını bile kendisinden görmezken, bir meyhanenin alt katında bulmadı mı benliğini? Burası da olmasa erkenden delirirdi belki de; belki de burası olmasa hiç delirmez, hatta hiçbir şeyin farkına varmadan, daha mutlu yaşayıp giderdi. Orta halli kentlinin kendinden uzaklaşmasına, sistemin ve bireylerin bundaki payına değinirken, bireylerin dolayısıyla toplumun kentine yabancılaşmasına ve bunun için güdülen politikaya da satır aralarında değiniliyor. Aralarındaki ailevi durumlardan, maddi şartlar ve karakterler özelliklerine kadar her konuda böylesine farklı olan iki dostun (!) özünde çıkarlara dayalı ilişkilerinin acımasız şirketler dünyasında bulduğu yer ve yansıma işlenirken, kadınlara karşı benimsedikleri aşağılayıcı tutum ve kullandıkları eril dil belki de tek ortak yanları olarak vurgulanıyor. Sadık Bey, Semiramis, Perim Hanım ve Ertuğrul Beyler koca bir toplumu özetlerken, Pınar Kür’ün yüreği Sadık Bey’in hayatından kısa kesitlere dayanabilmiş sanki. Açmayı planladığı ve oraya kondurduğu pek çok kapıyı kapalı bırakmış gibi. Okura bir alan bırakma çabasının yanı sıra, Sadık Beylere soruyor adeta: Senin hayatından bir hikaye çıkar mı? Şiirin, tiyatronun, nicelikten ziyade niteliğin ve aşkın peşinden insanların gereksiz romantizmle yeterince suçlanıp ve hatta bolca aşağılanıp, yaşı gelince irili ufaklı şirketlerde hizaya getirildiği, gün içinde kendi kendisine kalıp on beş dakika düşünmeyen bireylerden oluşan toplumun hikayesi olur mu? Efendim? Yine duyamadım. Yo, hayır Sadık Bey, kendi kendimle değil, seninle konuşuyorum.


İHSAN BEY'İN DÖNGÜSÜ

Büyük annesinden kalma dev, hasır koltuğa çocukluğundan bu yana bildiği huzur dolu gıcırtılar arasında bıraktı kendini. Gözleri yanıyordu. Az önce bırakmıştı ağlamayı. Eski eşi çaya uğrayıp, “Ağlamayı bırak, İhsan” deyince hemen bırakmıştı ağlamayı. Yirmili yaşların başlarında evlenmişler, kırklı yaşların başında ise boşanmışlardı. Ne zaman konuşmaya, dertleşmeye ihtiyaç duysalar birbirlerinin arkasında duran, birbirlerini dinleyen, anlamaya çalışan iki arkadaş olmuşlardı. Derya Hanım şarabı ucuz ve güzel bir memlekette gezinirken, aklına İhsan Bey gelmiş, “Şarap getireyim mi sana?” diye sormak için onu aramış; İhsan Bey’in “İstemez,” deyişinden bir derdi olduğunu anlamıştı. İki gün sonra İstanbul’a döner dönmez, kendisini davet ettirip çaya uğramış, onu bir saat kadar dinlemiş, sonunda: “İnsanlar böyle. Ağlamayı bırak, İhsan,” demişti.
Şimdi İhsan Bey koltuğuna oturmuş, sözcüklerin kaypaklığını düşünüyordu. Hatta öfkeyle yalancı olduklarını, kendisi doğru söylese de sözlerinin kendisine asla sadık kalmadıklarını düşünüp, bu çözümsüz girdaptan bir çıkış arıyordu. Altmış üç yaşına yeni girmişti ve bu yaşına kadar başına ne geldiyse yanlış anlaşılmadan gelmişti. Yıllarca matematik öğretmenliği yapmıştı ve şimdiki işi ise ders kitaplarına matematik soruları yazmaktı. Bunun yanı sıra iki arkadaşıyla ortak açtığı, çocukluk hayali kafeyi işletiyordu. Üçüncü köprü inşaatı yüzünden kesilen ağaçlar, çevreye verilen zarar, çevrecilik üzerine günlük bir sohbet esnasında, İhsan Bey şakacı tonuyla, “Ben çevreye zarar vermemek için çocuk bile yapmadım,” demiş, üçer çocuğu olan iki arkadaşı bu cümleden “Siz çocuk yaparak çevreye zarar verdiniz. Ayrıca sizin çocuklar zarar ziyan,” gibi anlamlar çıkarmış, bozulmuşlardı. Birinci arkadaş o kadar tepkili olmasa da, ikinci arkadaş kendisini yanlış anlamasın diye tepkili davranıyor; iki arkadaş birbirleriyle konuştukça aile hayatları ile ilgili sürekli bir aşağılamaya maruz kaldıklarından daha da emin oluyor, daha önceki yanlış anlamalarla da bunu birleştirince iyice öfkeleniyorlar, bunu İhsan Bey’den uzaklaşarak gösteriyorlardı. Sonunda aralarında bu konularla ilgili bir tartışma tatsız bir noktaya ulaşmış, İhsan Bey’le yollarını ayırmaya karar vermiş, kafenin menüsünü de değiştirmiş, İhsan Bey’in saçma fikirlerinden de böylece kurtulmuşlardı. Daha önce yaptıkları tartışmalardan örnek verip, bir süre daha İhsan Bey’i eleştirmeye devam etmişler, örneğin “Ben öyle zırt pırt ev eşyası almayı sevmem. Yirmi yıldır aynı koltuğu kullanıyorum.” Cümlesinin altında yatan imayı yeni anlayabilmişlerdi. “Bizim salon salamanjemizi aşağı görüyor adam düpedüz. Biz de kendimiz beğenip almadık ya zaten,” ; ardından “Adam kendini Oğuz Atay, Vedat Türkali falan sanıyor. Zaten bir kendisi en iyi bilir!” gibi yorumlar yapıp, birkaç ay daha birbirlerini öfkelendirdikten sonra olayı unutup gitmişlerdi. Yine de kazara arkadaş ortamında adı geçerse, kaşlarını çatmayı ihmal etmiyorlardı. Başka pek çok yanlış anlaşılma hikâyesi vardı tabii, ama bir kaçı gerçekten hayatını değiştirmişti. Eski çalıştığı yerlerden birisinde temizlikçilerin hakları ve zorluk alanları üzerine birkaç sunum yapması üzerine bazı meslektaşları onun anarşist bir örgüte üye olduğundan emin olmuşlar ve bu söylentiyi yayarak o işyerinde barınmasına izin vermemişlerdi. Bu olayı duyan bazı arkadaşları solcu olduğuna kanaat getirip, ondan uzak durmuşlardı. Solcu arkadaşları ise onun tam neyci olduğunu anlayamadıklarından kendisine temkinli davranıyorlardı. Kuran-ı Kerimi okuduğunu ve kısmen mantıklı da bulduğunu söylediği için ona “koyu dinci” diyen bir arkadaşına “Beni hiç bu kadar hızlı etiketleyen olmamıştı, Kuran okuyarak dinci mi olunuyor? ” dediği için dinsiz diyenler de olmuştu. “Kuran-ı Kerime hakaret etti”, diyerek kendisiyle görüşmeyi kesen bir üniversite arkadaşı vardı bu olaydan dolayı. Bu arkadaşının tanıdığının da olduğu bir işyerinde çalışmıştı daha sonra. Burada da çok sıkı bir arkadaşlık kurduğu, sohbetine doyamadığı kantin çalışanı kızla kendisini yakıştırmaya karar veren birisi yüzünden hayatı bir dönem zindana dönmüştü. Kızla bir yemek arası çay içtikten sonra, müdür beyin odasına davet edilmiş, duyduklarına inanamamış ve bu işten ayrılma kararı almıştı. Müdür, “Evli barklı adama yakışır mı? Hem de küçücük kızla!” diye bağırmaya başladığında, İhsan Bey’in bahsedilen konuyu anlaması birkaç dakika sürmüştü. Böyle bir lafı yayanın eski arkadaşının arkadaşı olduğundan şüphelenmiş, sonra severek sohbet ettiği, her gün ailesinden ve işinden şikâyet eden koca Sevval’in bu lafı yaydığını öğrenip, epey bozulmuştu. Çünkü Sevval’e iriliğinden ötürü herkes koca Sevval diye seslenirken, kendisi “Saçların çok güzel olmuş,” “Ooo, bugün ne kadar da şıksın,” gibi, neşelendirmek namına iltifat ederdi. Sevval tüm bunları müdüre “Zaten adam hepten sapık!” diye aktarınca iş büyümüş, müdür de onu bu iş yerinde barındırmamaya karar vermişti. Eve canı sıkkın dönüp, olayı eşine anlattığında, Derya Hanım, “İnsanlar böyle İhsan, -kadın erkek yan yana durursa başka şey vardır. Karşı cinsle dostluk yalandır-, deyip dururlar hep. –Aralarında bir şey olmasa da, akıllarında vardır- derler. Kendi zihinlerindeki pisliği de böyle böyle yansıtır, başka yüzlerde kendilerini bulur bu gibiler,” diyerek onu üzüntüsünden kurtarmaya çalışmıştı. Sonradan öğrenmişlerdi ki, kantinci kız da fingirdek olduğu gerekçesiyle işten çıkarılmıştı.

Her yanı üzüntü dolu, koltukta öylece otururken düşünüyordu bir yandan. ‘Ne desem, ne yapsam olmuyor! Herkes neyi nasıl biliyorsa, benim sözümü, davranışımı bir türlü eviriyorlar!’
Şu hayatta ne geçim kavgası, ne şehrin yıpratması, ne de aşkları bu yaşına kadar böyle yormuştu onu. ‘Sussam mı acaba?” dedi, kendi kendine. “Hepten sussam yani, konuşmasam. Bir nevi küssem insanlara… Kimseyi görmeden yaşarım, öyle. Derya gelir arada. Dertleşiriz. Başka kimseye güvenilmez zaten…Evet, evet, kesinlikle bunu yapmalıyım.” Saate baktı. Yük taşımış gibi yorgundu ama sokaktaki kedilerin, köpeklerin mama saati gelmişti. Poşetlerini alıp, şöyle birkaç tur mahalleyi gezmesi gerekiyordu bu saatte. Hepsini aynı anda taşıyamadığından eve birkaç kez geri dönüyordu mecburen. İki sokak öteye varmıştı ki, genç bir kız yanından geçerken durup, kedilerle konuşmaya başlamıştı. Üniversite öğrencisi olmalıydı, ya da İhsan Bey’e öyle geldi. Kız dönüp, “Ben de bazen akşamları dağıtıyorum ama sayıları dün azalmış gibi geldi, “dedi. İhsan Bey, “Yaa, sayayım bir bugün. Ben de her öğlen çıkıyorum mama için, ama daha yeni başladım bugün,” dedi. Kız gözleri ışıldayarak, koca bir gülümsemeyle “Öyle mi? İsterseniz öğlenleri gelir yardım ederim, evden çalışıyorum ben, bu saatte ara veririm hem. Bugün tesadüf oldu, markete gidecektim de… İki dakika bekleyin isterseniz, beraber taşıyalım şunları da…” deyip, karşıdaki markete, sonra hemen karşıdaki apartmana girdiği gibi çıktı ve birlikte mamaları dağıtmaya başladılar. Yürürken bir yandan kedileri sayıp, diğer yandan havadan, sudan, mahalle sakinlerinden, onların doğum zamanından ve köpek mamalarının pahalılığından konuştular. İhsan Bey nedense hemen güvenmişti ona. Az önceki üzüntülerini, insanlığa olan büyük nefretini, büyük susma kararını anında unutmuştu. Tüm bunları hiç yaşamamış gibiydi. Fakat daha önce bu anı yaşamış gibiydi. Bu düşünce içini gıdıklamadı bile. Evine dönüp, büyük annesinin koltuğuna oturduğunda, yeni bir arkadaş edindiği için mutlu ve sevgi doluydu sadece. 

08 Haziran, 2016

BUGÜN KİTAPLARDAN FERİT EDGÜ, "KİMSE"


-Neyin hikâyesi bu?
-Birileri arasında konuşuyor. Bak, böyle diyaloglar diyaloglar…
-Kaç kişi konuşuyor yani? Birileri kim?
-İki kişiler. Diyalog işte. Bir çift arasında geçiyor. Ya da monolog… Bir kişiyle aynı kişi arasında geçen tartışmalar, konuşmalar, gülüşmeler.
-Nasıl yani? Deli miymiş?
- Nasıl yani nasıl? Delidir belki, belki de yalnızdır. Belki yalnızlıktan delirmiştir adam, kendi kendisine konuşuyordur. Belki de yalnızlıktan delirmemek için kendi kendisine konuşuyordur. Belki kendi kendisine konuşmuyordur canım, bize öyle gelmiştir. Belki biz hepimiz deliyizdir de, o akıllıdır. Ama Sel Yayınlarından çıkmış, 127 sayfalık kitabın arka kapağında şöyle bir yazı var:
“Bir karakış boyu, ülkemizin doğusunda Hakkâri’nin 13 haneli, 114 nüfuslu Pirkanis adlı dağ köyünde, anmak, anımsamak, anlamak, sormak, karşılık aramak, ayakta kalabilmek için sürdürülen yalnızlık konuşmaları.”
-Arka kapakta yalnızlık konuşmaları diyor ama iki kişi, birlikte yalnız olamaz mı?
-Hayır, efendim, söyledim ya, adam yalnız, içinde birden fazla kişi var, adamın başına üşüşmüşler işte, susmuyorlar.
-Adam olduğunu nerden bildin?
-Bilmem, öyle geldi bana.
- Hep öyle olur zaten.
- Cinsiyetçiliği falan bırak şimdi, cümlelere bak, üsluba bak:



"yünlerin kokuları
 ağaçların zamanları
 dönen dolapların girdapları
 bir mırıltı gibi
 yansıyor bizde.

 Yazgımız bu."


10 Nisan, 2016

BUGÜN KİTAPLARDAN MARY SHELLEY, “FRANKENSTEIN YA DA MODERN PROMETHEUS”


 (SPOILER VAR AMA ZATEN BİLİYORSUNUZ BENCE=)

Bir zamandır ülkede olanlar, maruz kaldıklarımız, dinmeyen ve hiçbir yere akıtamadığımız ve kendisiyle yaşamayı bir anlamda öğrenmekte olduğumuz öfke duygusu yüzünden, hala bir yerlere gitmemiş olan çoğunda olduğu gibi bende de baş gösteren, “Nerelere saklansam,” “başka diyarlara mı gitsem,” “insan görmeden nasıl markete giderim,” “insanlarla vakit geçirdikçe onları daha da sevmiyorum,” gibi başlıklara ayırabileceğimiz haleti ruhiyelerin derinden vurduğu bir an aldım bu kitabı elime. Bu aralar tam da bu nedenden biraz fantastik, biraz bilim kurgu, bazı bazı da tarih kitaplarına gidiyor elim. Okumak istediğim, fakat hikayesini biliyorum duygusuyla ertelediğim kitaplardan Frankenstein’a böylece başladım. Şöyle bir kaç sayfa okuyayım derken bırakamadım elimden kitabı.
Kitabın giriş kısmında verilen bilgiye göre Mary Shelley ve birlikte seyahat ettiği bir grup arkadaş birbirlerine geceleri ateş başında o anda uydurdukları korku hikayeleri anlatırlarmış. Hep birlikte İsviçre’de oldukları bir sırada birkaç arkadaş başka bir yerlere daha uzanmak isteyince bir süre ayrılmaya karar vermişler ve şöyle bir anlaşma yapmışlar. Bir arada değillerken herkes bir hikaye yazacak ve sonra birbirleriyle paylaşacaklar. Bu yolculuk sonunda ortaya çıkan tek kitap Frankenstein olmuş.
Kitabın basitleştirilmiş, sadeleştirilmiş pek çok versiyonu var. İlk kez 1818’de çıkan kitap 1850’de değiştirilmiş (düzenlenmiş ya da basitleştirilmiş) ve Türkçe’ye çevrilmiş olan farklı farklı versiyonların orijinali ile ne kadar ilgisi var bilmiyorum. Fikrimce Can Yayınları’ndan çıkan, Osman Akınhay’ın çevirdiği 272 sayfalık versiyon denenebilir. Ben e-book olarak metnin 1818 yılında yazılmış versiyonunu orijinal dilinde okumak istedim çünkü böyle bir kitapta en merak ettiğim şey dildi. İyi ki çevirisini okumamışım dedirtecek bir anlatımla karşılaştım desem oldukça indirgenmiş bir ifade olur. Pek nadir bir keyifti okurken duyduğum. İnanılmaz dil beni kitapta ilk saran unsur oldu, en başlarda kurgudan ziyade o büyüledi beni. Kitabın ilk hali 3 ciltten oluşuyor. Birinci kitap Robert Walton’ın kardeşi Margaret’e yazdığı mektuplarla başlıyor ve Arktik açıklarında, buz kütleleri arasında buldukları Victor Frankenstein’la diyalogları ile başlıyor bildiğimiz hikaye. Pek çoğu Frankenstein’ı yaratık sanıyor, fakat Frankenstein yaratığı yapan kişi. Kitap boyunca ona bir isim verilmiyor, yaratık canavar olarak anılıyor genelde. Birinci kitapta Frankenstein’ın mutlu çocukluğu, ailesiyle birlikte yaşarkenki hayatı, doğa bilimleri okumak için üniversiteye gidişi ve üniversitede bu deneye karar verme sürecini ayrıntılı bir şekilde görüyoruz. Victor ölü beden parçalarını birleştirip, bu bedene hayat vermek, bir canlı yaratmak isteğiyle yanıp tutuşmaktadır. Canını dişine takar; 2 sene kadar gece gündüz çalışır laboratuvarında. Başka şey düşünemez halde tüm zihnini, vaktini ve enerjisini deneyine verir. Çalışmaktan yemek yemeyi unutup, uykusuz kalıp kilo verse de, can vereceği muazzam yaratığa olan aşkı ve deneyinin başarıya ulaşacağı anın hayali ayakta tutar onu. Bir gün yaratığı gözlerini açıverir; başarmıştır işte sonunda! Tam sevineceği yerde Victor, yüzüne bir insanın asla bakamayacağı derecede çirkin ve iğrenç bu yaratıktan ölesiye korkmuş, tiksinmiş ve mide bulantısıyla kaçmıştır oradan. Uzun süre hastalanıp,  yataklara düşerek, bir laboratuvar malzemesinin bile adını duymaya katlanamadığı günler geçirmiştir, yaratığının nerede olduğundan bihaber. (Pek de umurunda değildir bu, kendisi görmesin yeter.) Birinci kitap bittiğinde olay örgüsünün yanı sıra dil ve üslupla sarsılmıştım gerçekten. Pek çok şiir kitabında bulamadığım bir tat bulmuş, son derece etkilenmiş, kendim de acayip acayip cümleler kurmaya başlamıştım. İkinci kitapta yaratıcısı tarafından öylece unutulan canavar Frankenstein’ın karşısına geçip de “Benimle konuşmak zorundasın. Beni sen yarattın! Yaratıcım, tanrım bile benden iğrenip, korkup kaçarken diğer insanlardan nasıl yakınlık ve sevgi bekleyebilirim? Madem beni yarattın, o halde şimdi benim hikayemi dinlemelisin,” gibi şeyler söyler ve Frankenstein’in kendisinden kaçtığı andan o güne dek yaşadıklarını, bir bebek gibi dünyayı, konuşmayı ve başka şeyleri nasıl öğrendiğini, başına gelen her şeyi anlatır. İkinci kitabın neredeyse tamamı canavarın anlatımıdır ki, adeta bir felsefe kitabı niteliğindedir. Benim için bir başucu kitabıdır, asla kurgudan ibaret değildir. Her şeyden önce insan denen varlığa şöyle bir dışarıdan bakma fırsatı verir. İkinci kitap Frankenstein ve yaratığın büyük karşılaşmasından sonuca kadar olan süreyi kapsar. Bu konuşmada yaratık kendisini gören herkesin ya çığlıklar atarak kaçtığını ya da kendisine saldırdığını, kimseden sevgi ya da arkadaşlığa dair hiçbir şey göremediğini, insan denen varlıktan artık nefret ettiğini, içinde bulunduğu yalnızlığın kalbini kızgınlık ve kötülük ile doldurduğunu söyler ve Victor’dan kendisi gibi bir yaratık daha yapmasını ister. Birlikte sevgiyle yaşayabilecekleri, konuşabileceği bir kadın yaratık yaratırsa sonsuza dek onunla saklanacağına, bir daha asla kimseye görünmeyeceğine söz verir. Bunu yapmazsa Victor’ın sevdiklerini elinden alacaktır. Üçüncü kitapta verilen sözlerden sonra Victor’ın içine girdiği süreç, ikilemler, kendisiyle hesaplaşması, insanoğlu ve bencillikleri işlenir Mary Shelley’nin muazzam cümleleriyle. Onca sembol, onca metafor arasında zıplaya hoplaya okuduğum hikaye bittiğinde, bu zamanın ötesindeki kitabı daha önce nasıl okumamışım dedim. Gotik korku olarak yazılmış ilk İngilizce roman imiş kendisi. Hikayeyi bilseniz de, filmini izlemiş olsanız da, ilk versiyonunu bulup okumanızı tavsiye ederim. Kitabın ilk halini www.amazon.com sitesinden, “Mary Shelley, Frankenstein 1818” diye aratarak bulabilirsiniz. E-book versiyonu amazonda ücretsiz. İyi okumalar!