Gecenin karanlığından kopan, ağlayan bir çocuk sesine açtı gözlerini, panikle. Nefes nefeseydi. Üç sene önce sigarayı bıraktığından beri, yüksek bir yerden düşme duygusuyla uyanırdı arada bir. Son aylarda bu, yerini çocuk sesiyle uyanmaya bırakmıştı. Kendi kendisine “önemi yok, uyduruk filmlerdeki gibi” diyerek durumu geçiştirdiğinden, ben de size çocuk sesi diyorum, ama aslında bu ses kendi kızına aitti. Gerçi bu sesi daha önce hiç duymamıştı. Zemini ahşap olan bambu evin bir kedi kadar sessiz olması, buna karşılık gece içeride gezinen bir böceğin bile tıkırdaması başlarda uykularını kaçırmıştı, ama yavaş yavaş alışıyordu. Bazen de bambu ev ıslak bir zeminde durduğundan kendi kendine gıcırdıyordu. Buraya geleli bir ay olmuştu. Tayland’ın Chiang Rai şehrinde, pirinç tarlaları ve çay plantasyonunun ortasında, küçük bir gölün kıyısında, hatta kısmen içindeki bu bambu evde kalıyor, buradaki insanların verdiği yemek ve yatak karşılığında gönüllü çalışıyordu. Tarlalarıyla ilgili işleri faranglara güvenmeyip, kendileri yaptıklarından buralarda kalmak için gelen gönüllülere kendilerinin yapamadıkları, farklı işler veriyorlardı. Bu çiftlik arazisinin içerisinde bulunan birkaç bungalovu kiraya veren karı koca bunu gelen turistlere nasıl duyuracaklarını bilmediklerinden Adar onlara bu konuda yardım ediyordu. Bu yer adına sosyal medya hesapları açıyor, paylaşımlar yapıyor ve bunu nasıl yaptığını çiftliğin sahiplerine gösteriyordu. Yoğunlaştırılmış hashtag dersleri dışında günde birkaç saat yanında kaldığı ikiliye ve onların birkaç çiftçi tanıdığına İngilizce öğretiyordu. Burada sadece bir haftası kalmıştı, sonra gönüllü iş yapacağı başka bir yere geçecekti. Tayland’ın pek çok yerinde gönüllü iş yapabilmek için genellikle para ödemeniz gerekiyordu ve Adar içlerinden para istemeyenleri arayıp buluyordu çünkü yanında yol parası ve birkaç parça kıyafet dışında hiçbir şeyi yoktu. Çoğu insanın sık sık, kendisinin de geçmişte birkaç kez Karaköy’de bir akşam yemeğinde harcadığı bu para onu aylarca idare edecekti. Yatağın yanına koyduğu su şişesine uzandı. El yordamıyla kapağını açıp, kafasına dikti. Ağzı leş gibi kokuyordu. Evde olsa kalkıp, dişini fırçalardı. Koku takıntısı olan pek çok insan gibi kötü kokan kendisi olduğunda bile buna dayanamazdı. Şimdiyse umurunda değildi. Böcek olmasın yeter suyun içinde. Lık lık lık. Sonra ellerini kokladı, yıkamasına rağmen baharatların kokusu sinmişti. Leş gibi. Her şey leş gibi kokmuyor mu zaten? Yıkamaktan solmuş siyah tişörtü ve gri ince pijama altıyla yorganın altından çıkıp yatağın üzerine bağdaş kurarak oturdu. Topladığı halde dağılmış uzun saçlarından tokayı çıkarıp, bir kez daha tepeden topladı. Yüzünü açmak ister gibi kafasının ön kısmındaki saçları birkaç kez geriye itti. Kuzeyde olduğu için geceler Tayland’dan beklemediği kadar serindi. Burada şalını çıkarmadan uyumak gibi bir adet edinmişti. Boynuna doladığı solmuş mor, yeşil, bordo şalın onu her neyden korkuyorsa ondan koruduğunu sanıyordu. Galiba en çok böceklerden. Bambuların arasından koca kafalı ve uzun bıyıklı kedi balıkları görünüp, içeri süzülen sularla birlikte bir anda hışırdayan evi patlatıp içeri gireceklerdi sanki. İşte o zaman boynundaki şal onu koruyacak, kimse onu boynundan ısıramayacak ya da böcekler boğazından süzülüp, tişörtünün içine giremeyeceklerdi. Ama bu şal onu her geceki gibi terletmişti. Leş gibi kokmuştu o da, ayaklarını kokladı eğilip, fena değil ama yine de yıkasa iyi olurdu. Kızının yumuşak, pudrayla karışık ayak kokusu geldi burnuna sonra. İçine çekti bu güzel kokuyu. Tayland’da kokularla kavgası iyice çığrından çıksa da kızının hatırladığı bebek kokusuna kendisini bıraktığında sakinleşiyordu. Gerçi kızının ayaklarını hiç koklamamıştı. Şalını, tişörtünü çıkarıp kocaman memelerinin terini kurutmaya çalıştı. Gecenin yarısıydı ve böceklerin nereden geleceği belli olmazdı, o yüzden serinler serinlemez geri giyindi. Ayağa kalkıp, ışığı yaktı. Kapıdan çıkıp, aynı ahşap zeminin üzerinde ayrı bir bungalov olan tuvalete girdi. Klozete oturduğunda evinin tuvaletini düşündü. Yıllarca yaşadığı evinin dışında tuvalete giremediği günleri hatırladı. Tuvaletini düşünüp, özledi. Bembeyaz, tertemiz klozetini, onun yanındaki çamaşır makinesi üzerinde duran ve banyoyu mis gibi kokutan renk renk, büyük kalıp sabunlarını, üzerinde bir adet saç görse temizlediği lavabosunu. Özellikle haftalık temizlik sonrası ne de güzel olurdu o mis gibi tuvalete girmek ya da kendi banyosunda duş almak. Evindeki banyoda duşakabin vardı. Ama Cihan her zaman küvet istediğinden bahsederdi. Duşakabin, küvet fark etmez. İnsanın kendi evinde, banyosunda yıkanması mükemmel bir şey, diye düşündü. Gözlerini kapattı. Krem rengi fayanslar, pembemsi damarlarıyla gözünün önüne geldiler. Sevdiği açık kahverengi havlu ve beyaz bornozunu düşündü. Derin bir nefes aldı. Temiz çamaşır kokusu gelmişti burnuna. Sonra Cihan’ın parfümünün kokusu… Kendi ellerini tuttu ve burnunun önüne getirip, dudaklarına değdi. Cihan ellerini tutmuş “korkma, sakin ol,” diyordu. Üzerlerinden camları patlatırcasına geçen F-16ların seslerini duydu. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı ve evde pencere görmeyen tek bir oda olmadığından banyoda, yerde oturmuşlardı elele. Adar o gece Ankara’daki birkaç arkadaşını görmek üzere otobüse binecekti ve gecikmişti. İnternette yazılan “sokaklarda asker var, neler oluyor,” gibi cümlelerle yavaşlamış, bavulunu bir kenara bırakmış, neler olduğunu sosyal medya üzerinden takip etmeye çalışmıştı. Sonra televizyonu açmış, panik içinde ailesini aramış, Cihan’a sarılmış, markete gidip birkaç günlük yiyecek almaya karar vermişti. Koşarak gidip, boşaltılmış markette kalan son birkaç paket makarnayı almışlardı. Cihan beş paket sigara almıştı, sigarayı bir sene önce Adar’la birlikte bırakmış olmalarına rağmen. O gece yine de hiç sigara içmemişlerdi. Banyoda yerde gözlerini dehşetle açmış, Adar’ın çığlıkları arasında birbirlerine bakarlarken, “neden gitmedik daha önce burdan sanki,” diye sayıklayıp durmuştu Cihan. “Sıçtığımın yerinde kaldık, ait olduğumuz yerde direnelim dedik, bok vardı! Sabaha sağ çıkarsak bebeğim, ikimiz ne var ne yoksa bırakıp gideceğiz, hatta üçümüz.” Adar’ın karnına dokundu. “Bambaşka bir yerde, insan gibi bir hayat kuracağız. Bu bebeğe de iyi bir hayat vereceğiz! Konuşulmayacak bile bu konu! Yeter!” Adar onu duyuyor ama aptallaşmış suratıyla, “Savaş çıktı. Cihan, savaş çıktı, sabaha çıkamayız! Sığınak yok mu bu evde! Ah savaş çıktı sanırım!” diye bağırıp duruyordu. Adar nefes alırken zorlanmaya başlayınca, Cihan onu dik oturttu. Daha önce bir yolculukta uçağın fazla sallanması anında olan şey yine tekrarlanıyordu. Adar nefes alamıyor, Cihan onun nefes alabilmesi için ellerini tutmuş, onu sakinleştirmeye çalışıyordu. “Şimdi ben sayarken nefes al, bir, iki, üç, dört, şimdi ver, bir, iki, üç, dört! Kötü hiçbir şey olmayacak, sakin ol, bu ülkede ölmeyeceğiz!”
Adar o gece, hamileliğinin üçüncü ayına girmeden bebeğini düşürmüştü. Klozetin dibini düşündü. Çamaşır suyu döküp, fırçaladığında tertemiz olan, içinde tuvalete girme isteği uyandıran. Ama sonra iyice, bol suyla durulamak lazım. Tuvalet fırçasını da sık sık temizlemek lazım. Sağa sola baktı, burada tuvalet fırçası yok. Nasıl temizliyorlar acaba? Duş telefonuna benzeyen, taharet musluğu yerine kullanılan, tuvaletin arkasında takılı küçük aparata baktı. Midesi bulandı. Tuvalet kâğıdı da kalmamıştı. En iyisi hızlı bir duş almak diye düşündü. Duş almak için ayrılan kısmın zeminine serpiştirilen taşların arasından toprak zemin görünüyordu. Belki bebeği oradan çıkıp ayaklarının arasında gezinmeye, sonra onu kaşındırmaya başlardı. Ayağa kalkıp, üstündekileri çıkarıp, duşun altına girdi. Suyun saçlarının arasından, omzundan, kollarından, bacaklarından akmasına izin verdi bir süre. Uçağa binerken çantasını yanına alabilmek için küçük kutuda aldığı şampuanına uzandı. Şampuanı saçında köpürttükçe çıkan kokuyla mest oldu. Kendisini kokuya bırakmışken altındaki böcekleri düşünmeye başladı. Artık korkmuyordu galiba onlardan, üstünde yürüseler ne olacaktı ki? Buralarda on çeşit zehirli böcek olduğunu okumuş, adlarını ve renklerini ezberlemişti. Onun dışında gelsinler, gezsinler üstümde istedikleri kadar, neden korkuyorum ki sanki? Cihan’ın da üzerinde böcekler geziniyordur şimdi. Neyse ki tek parça halinde kaldı. Parçalara ayrılsa dayanamazdım. O korkunç geceden yaklaşık altı ay sonra, bebeğini kaybetmenin acısına birlikte göğüs germiş, artık onu olduğu yerde huzurlu bırakmak gerektiğine ikna olmuş, gelecekteki hayatları hakkında tekrardan konuşmaya başlayabilmişken... Bir akşam birlikte hazırladıkları yemeği yediler, birer kadeh kırmızı şarap içtiler. Cihan’ın arkadaşlarıyla buluşmak için birkaç saatliğine Taksim’e gittiği ve Beşiktaş’taki kırmızı ışığı asla geçemediği o gece. Cihan o sarı dolmuşun ön koltuğunda, o kırmızı ışıkta elinde telefonla, arkadaşlarına “varmak üzereyim” yazdıktan bir saniye sonra dondu. O noktayı ve o kırmızı ışığı asla geçemedi. Patlayan bomba üzerine bakanlar“Şu anda arkadaşlarımız olayın aydınlatılması için çalışmalarını sürdürüyorlar. Şehit konusunda şimdi değil, bir değerlendirme yaptıktan sonra kamuoyuna bir açıklamada bulunacağız” gibi cümleler kurdular. Haberlerde Cihan’ın adı geçmese de kendisine bir rakam olarak yer verildi. Saçlarının arasına suyu iyice tutup duruladıktan sonra, ayaklarında hissettiği kaşıntı yüzünden eğilip yere baktı dikkatle. Hiçbir şey yoktu. Artık ait olmadığına, hatta ait olamayacağına emin olduğu toprakları bırakıp, geldiği yeni topraklar taşların arasından görünüyordu. Ait olmadığı o yerde kendisine ait bir şeyin de kalmadığını iyice gördükten sonra çıkmıştı yola, ama burada ne aradığını da bilmiyordu. Mutluluk, yeni bir hayat, sadece korkmadan basabileceği bir toprak? Birkaç gün önce tanıştığı bir budist rahip, ona “aradığını bulduğunda onu aradığını anlayacaksın,” demişti. Adar rahibin elindeki son model telefona bakıp, onu birisinin hediye edip etmediğini, adamın onu nasıl edindiğini düşünmüş, söylediklerini kalbiyle dinleyememiş, dahası onu ciddiye alamamıştı. Belki de arayışı sona erdiğinde bulacaktı onu, belki aidiyet ihtiyacından kurtulduğunda, hiçbir şeye, yani herkese ve her şeye ait olunca ve karışınca çözülecekti mesele. Askıda duran havlusunu ve yere bıraktığı kirli çamaşırlarını alıp, bambu evine gitti. Kapıyı kapattıktan sonra çırılçıplak uzandı yatağına, böceklere açtı bedenini, bacaklarını ve koca gövdesini. Gece sessizdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder