26 Ağustos, 2012

BUGÜN KİTAPLARDAN ZÜLFÜ LİVANELİ, BİR KEDİ BİR ADAM BİR ÖLÜM



“Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım, bir kediye dönüşmekti. Kedi olacaktım. İşte yazarın bilemediği en temel konulardan biri buydu. Artık hayatımda bir köpek olarak yaltaklanmalara, bağlanmalara, başkalarını kendime bağlama çabalarına, başını okşatmaya, sevgi ve sıcaklık ihtiyacı içinde insanların bacaklarına sürünmeye, kuyruğumla birlikte tüylü kıçımı da sallayarak sevimli görünme gayretine hiç yer yoktu. Uzun zaman önce bırakmıştım bunları. Köpek olduğum yıllarda hepsini yapmıştım, hem de fazla fazla; ama bu beni felakete götürmüştü. Ölümün kıyısına gelmiştim. Ölümün kıyısı, ölümün kendisinden daha feci bir şeydir, bunu yaşayarak öğrendim. Bağlanmalar yüzünden aklımı kaçırmanın kıyısında dolaşmıştım uzun süre. İçime karanlık yerleşmişti. Bir türlü söküp atamadığım, kusamadığım, çıkaramadığım bir koyu karanlık. Aşağı yukarı bir ay süren kusma dönemimde bile bu karanlığı boşaltamamıştım. Hep içimdeydi o. Sigourney Weaver’ın oynadığı filmdeki yaratık gibi bir gün karnımı yarıp dışarı çıkmasını bekliyordum ama bu hiç gerçekleşmiyordu.”

Kitap Kulübümüz için iyi gider mi, düşüncesiyle birkaç bölümünü okuyup, fikir sahibi olmak için başladığım bu kitaba; baş karakterimiz olan Sami’nin de yazma işinin içine karıştığı kendi hikayesine öyle bir daldım ki, birkaç sayfa daha, derken bırakamadım ve bitiverdi kitap. Stockholm’e siyasi mülteci olarak giden Sami burada, Türkiye’den kilometrelerce uzak bu ülkede, bir hastanede bir Türk’le karşılaşır. Karşılaştığı Türk yaşlı, korumasız, ölmek üzere bir adamdır. Ancak öylesine bir adam değil. Sami’nin başına gelmiş korkunç olaydan, ona yapılan işkencelerden sorumlu tuttuğu eski bir bakandır. Sami onu kendi hayatını bitiren adam olarak görmektedir. 12 Mart döneminin sonrasında başına gelenlerden, kendisine ve hayatına yapılanlardan kalan bir enkaz halinde İsveç’e savrulmuştur. Burada farklı ülkelerden gelen bir çok mülteci ile arkadaşlık etmektedir. Sami iyi ile kötü, nefret ile unutmak arasında gidip gelirken bir çok karakterle tanışıyor okuyucu ve bence Bülent kısaca anlatılsa da oldukça güçlü, önemli bir karakter. İntikam arzusuyla dolup taşan Sami karşısında öyle çok soruyla ve çelişkiyle doluyoruz ki… Bir yandan Sami’nin ne yapacağını merak ederken, diğer yandan ‘Ben olsam ne yapardım? Onu bir gece sessizce bir yastıkla boğmayı ister miydim?’ sorusu geliyor akla. Bunun yanında dil nereye kadar işe yarayabilir, anadil düşmanımızı bir noktada bize dost yapabilir mi, düşman nedir gibi bir çok soru uçuşuyor havada. Bir tek kurşunun bir insan hayatında neler yapabileceğini görüyoruz. Şahsen kitabı okurken Dancer In the Dark filmini izlerken tavan yapmış ağlama rekorumu geçtiğim bölümler oldu.

Kitabın üslubu, anlatım tarzı da oldukça ilginç ve başarılı bence. Aralarda Sami’nin yazıları var. Yazarın yazdığı her bölümden sonra Sami’nin “şurayı abartmış, burası aslında şöyle olmuştu” gibi yorumlarla süslü bir anlatımı yer alıyor ki bu bölümler bence daha başarılı. Bu anlatım tarzı içinse Sami’nin yorumu şöyle: “Suç ve Ceza’nın satırları arasında Raskolnikov’un notlarını okusaydık ve bu kasketli öğrenci koca Dostoyevski’nin yazdıklarını eleştirseydi fena mı olurdu? Aslında ne ben Raskolnikov kadar cesur bir kişiydim ne de o Dostoyevski kadar yetenekli bir yazardı; bana sorarsanız onun tırnağı bile etmezdi ama olsun, biz de kendi dar ve soğuk mülteci dünyamızda bir şeyler yapmaya çalışıyorduk.”

Mülteci olmanın nasıl bir şey olduğunu biraz da olsa anladığımız bu kitapta, İsveç hakkında da bolca bilgi var. Altını çizmeye kalktığımda, çoğu yerini çizmek zorunda kalıp, sonra bundan vazgeçtiğim nadir kitaplardan oldu. Ha bir de, büyük bir sona hazır olun derim. Bir de Sami der ki:

“Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder