04 Mayıs, 2014

BUGÜN FİLMLERDEN TIM BURTON, "FRANKENWEENIE"

(Ey yolcu, filmi izlemediysen öte dur, komple spoiler)



Cam şişeler, enjektörler, devreler, karışımlar ve bir laboratuar. Biz bu deneyi yapmak istediğimize eminiz; her şey hazır, her şey tam. Saatler işliyor, ayaklarımız yere basıyor, eldivenlerimizi takıyoruz; öyle beyaz, öyle steril ki her şey, tam da olması gerektiği gibi. Aman odamıza ruh kaçmasın, bir şeyler dağılmasın, aklımız karışmasın, deneyimiz mahvolmasın. Akıl bizim için aslolan şimdi. Çünkü akıl yerdeki koca taşlar gibidir; ince işlemeleri olan kusursuz güzelliği, sarsılmasını kati surette engelleyen ağırlığı, büyüklüğü ile güvence altına alınmıştır. Akıl parlaktır. Zeka daha da parlaktır. İkisinin birbirini bulduğu nadir durumlarda ince işlemeli o koca taşlardan muhteşem bir ev bile inşa edilebilir. Peki, ya kalp? Kalp uçuşur, bir gelir bir gider, bir vardır bir yoktur, havada dans eder, tekinsizdir. Bu kapının ardında ona yer yoktur. Biz akla ve zekaya bulanalım, ışıklı bilgiler ekleyelim içine bir de… Öyle ki gözlerimiz kamaşsın kusursuzluktan. Aman kapı çalmasın, dikkatlerimiz dağılmasın. İyice odaklanırsak, başaramayacağımız hiçbir şey, kazanamayacağımız hiçbir yarış yok. Spor öğretmeninin de söylediği gibi:
“Derhal işe koyulun, en iyi olan kazanacak!”

En iyi olan kazanacağı için işe koyuluyoruz, çalışıyoruz, aklımızla yol alıyoruz. İşte tam bu sırada, lekesiz sessizliğimiz ve steril konsantrasyonumuzun kapısını tıklatıyor Tim Burton. Belki de kapıyı hiç çalmadan, bazılarımız içinse kapıyı kırarak giriyor olabilir içeriye. Şiddetleri de değişen tokatlar atıyor her birimize. Hepimizi sevgiyle tokatlıyor ve bir soru yazıyor tahtaya: ‘Deneyinizi seviyor musunuz?’
Beynimizde topladığımız dikkatlerimizin içerisine kalbimizi koymadan yaptıklarımızı, yapacaklarımızı sorgulamamamızı istiyor adeta. İçlerini boşalttığımız kalplerimizin yokluğuyla, salt aklımıza yaslanarak yapacaklarımızın bizi nereye getirmiş olabileceği ve nereye götürebileceği hakkında fikir yürütmemiz için birkaç fotoğraf gösteriyor bize. Ruhlarımızın terk ettiği kara kalplerimize bir ayna tutuyor ve bomboş kalplerle girilen bilim odalarından, bazıları bizden, hatta evlerimizden bile büyük canavarlar çıkabileceğini, bizlere Godzilla’yı hatırlatan dev kaplumbağa aracılığıyla anlatıyor.
Hikayemizin baş kahramanı Victor Frankenstein. Tek dostu köpeği Sparky olan ve bilime karşı özel bir ilgi duyan Victor Frankenstein’in çocuk kalbi, Sparky’ye araba çarpması ve onu kaybetmesi sonucunda paramparça olur. Ailesi Victor’u “Sevdiğin birisini kaybettiğinde, o seni aslında terk etmez. Yalnızca kalbinde özel bir yere taşınır. O her zaman yanında olacak.” diyerek avutmaya çalışır, ancak Victor,“Ben onu kalbimde istemiyorum. Burada, yanımda istiyorum.” diyerek onların söylediklerini reddeder. Bu konuşma esnasında Victor, üzerinde filmin sonunda göreceğimiz hayvanlara göndermeler yapan resimlerin olduğu bir pijama giymektedir ve odasının duvar kağıdı üzerinde uzay temalı desenler çarpar gözümüze. Duvarda, içlerinde ‘Denizler Altında 20000 Fersah’ın da olduğu birkaç poster vardır. Victor üzgün bir şekilde hayatına devam ederken, çılgın Fen öğretmeni, Bay Rzykruski’nin derste anlattıkları, Victor’a ölmüş olan Sparky’yi elektrik kullanarak geri getirme konusunda umut ışığı yakar. Bu umutla hayvan mezarlığına giden Victor, Sparky’yi mezarından çıkarır. Mezardaki diğer ölülerin isimleri izleyici için tanıdıktır: Tim Burton bir mezar taşının üzerindeki “Shelley” ismiyle, Frankenstein’in yazarı olan Marry Shelley’ye selam gönderir. Aynı zamanda, Frankenweenie filminin 1984’te çekilmiş kısa versiyonunda, Victor’un annesini oynayan kişi Shelley Duvall’dır. Mezarlıkta gördüğümüz bir diğer mezar taşında ise “Goodbye Kitty” yazarak, “Hello Kitty” olarak bildiğimiz karakteri öldürmüştür Tim Burton. Mezarlığa gidip Sparky’yi yerinden çıkaran Victor, eve geldiğinde sessizce, kimseye görünmeden eve girer ve öğretmeninin anlattıklarıyla canlanan umudu, Sparky’ye olan sonsuz sevgisi, aklı, zekası ve derste öğrendikleriyle birleşince hayalini evinin çatı katında kurduğu bir düzenek aracılığıyla gerçekleştirir. Ancak her yerini dikmek zorunda kaldığı Sparky’yi ailesinden ve komşularından saklamak zorundadır, çünkü insanların onu anlamayacağını, Sparky’den korkacaklarını düşünür. İsmi ile Edgar Allan Poe’ya gönderme yapılan, Edgar ‘E’ Gore adlı, hem ürkütücü hem komik bir görünüme sahip sınıf arkadaşı, Sparky’yi dışarıda görünce Victor’dan bunu nasıl yaptığını kendisine anlatmasını ister. Victor’un ona verdiği cevap, Victor’un bu işe yaklaşımı anlamında çok şey anlatmaktadır.
“Bu bir deney değil. O benim köpeğim.”
Edgar’ın ona getirdiği ölü balığı canlandırmaları, ancak balığın görünmez olması ve yalnızca birkaç gün yaşaması üzerine aklında sorular oluşan, köpeğini de tekrar kaybedeceğinden korkan Victor, Bay Rzykruski’ye koşar, aklındaki ve kalbindeki korkuyla. Victor ve
Bay Rzykruski arasında geçen konuşma, filmin izleyiciye anlatmak istedikleri açısından oldukça önemlidir. Burada öğretmen, bir sorusu olduğunu söyleyen Victor’a “İşte bu yüzden sen bir bilim adamısın,” der. İnsanların bilime karşı tavrını eleştirdiği bu konuşmada öğretmen insanların bilimin yalnızca beyinle ilgili olduğunu sandıklarını, ancak kalbin de bu işe ortak olduğunu söyler ve ardından ona sorar,
“İlk seferinde, deneyini sevmiş miydin?”
“Evet,” diye yanıtlar Victor.
“Peki, ikinci seferinde?”
“Hayır. Bir an önce bitmesini istemiştim.”
“Öyleyse değişkenlerle oynamışsın,” diye karşılık verir öğretmen ve ekler, “Bilim iyi ya da kötü değildir, Victor. Ancak sen bunu iki şekilde de kullanabilirsin.”
Bay Rzykruski, kendisinin aileler tarafından istenmemesini insanların bilimle ilgili bir şey bilmemelerine, bilmedikleri şeyden korkmalarına bağlar ve temelde sorunun onların cehaleti olduğunu düşünür. Bunu, ailelerin yüzüne doğrudan, kelimelerle oynamadan, aklında var olduğu gibi söylemesi üzerine derhal işten çıkarılır. Daha sonra, Fen derslerine Spor öğretmeni girmeye başlar. Spor öğretmeni aklın ve bilgeliğin ışığı olmadan, salt disiplinin vücut bulmuş halidir ve aslında gözlerimizin, fazla maruz kaldığı için artık göremediği klişe bir tiplemeyi yeniden, yeni bir şeymiş gibi görmemizi sağlar.



Tıpkı Frankenstein gibi, ölüm ve yaşam arasındaki çizgiyi aşan ve sınırları zorlayan Victor’un yaptığını yapmak isteyen arkadaşları onun başardığını başaramazlar. Çünkü içlerinde gerçek istek, deneylerine karşı ise gerçek sevgi duymuyorlardır ve deneylerinin sonucunda kendilerinin kontrolünde olmayan, vahşi hayvanlar çıkar ortaya. Tim Burton’ın hemen hemen tüm filmlerinde ustalıkla ve incelikle işlediği “elalem” kavramının temsilini bu filmde Victor’ın sınıf arkadaşları ve başta belediye başkanı olan Bay Burgermeister olmak üzere mahallede yaşayan insanlar oluşturur. “Elalem” kavramı içerisine yerleştirilmiş güldürü unsurlarının kaosunda, bir kez daha tek başına manipülasyonun bizleri nereye götürebileceğini, aslında hikayenin gidişatını etkileyen ana unsur olduğunu gösterir bizlere. Bu anlamda Edward Scissorhands’i çağrıştırdığı söylenebilir. Filmin sonunda tüm karakterlerin Sparky’nin peşinde koştuğu sahne de izleyiciye Edward Scissorhands’i hatırlatır. Frankenweenie’de çevredeki insanların anlık, tehlikesiz, içi boş görünen ve aslında güldüğümüz tepkilerinin ne kadar büyük ve geri dönülemez sonuçlara yol açabileceğini bir kez daha izleriz. Tim Burton’ın hayal gücünün sağladığı iyimserlik ellerimizden tutar ve işte bu geri dönülemez olandan bile geri dönebiliriz.


Tim Burton’ın rengarenk gözlerinden içeri atlayarak başladığımız bu heyecan dolu yolculuktan mutlu dönsek de, ‘ölüm karşısında çaresizlik, sevdiklerimizi kaybetmek üzerine dipsiz korkular’ gibi günlük hayatımızda aklımızın en diplerine ittiğimiz sorunsallarımız, boğazımızdaki bir yumruk içerisine doluşuverirler. Bir çok filminde ölümle uğraşan, ölümü hem ciddiye, hem de tiye almasıyla bildiğimiz Tim Burton’ın, Frankenstein’ın hikayesinden esinlenerek Leonard Lipps’le birlikte kaleme aldığı ve kendisinin yönettiği bu film 7 Ekim 2012’de gösterime girmiştir. 1984 yılında kısa film şeklinde çekilen 29 dakikalık bir filmin, 87 dakikalık bir uzun metraja dönüşmüş halidir. Animasyon şeklinde çekilmiştir ve bizi davet ettiği dünyada hem Holywood’un klişeleşmiş, korku saçan yaratıkları, hem Victor’un gözyaşları, hem de bizi bolca güldürecek karakterler vardır.  

16 Şubat, 2014

BİR GÜN, BİR AN, BİR NEFES



Gece on ikide uyanıyorum. Kızım yatağımıza gelmiş. İki aydır her gece geliyor, soluma yatıyor ve onu sarabileceğim bir şekilde uyuyakalıyor. Vücudunda tanımadığını sandığım bir şeyler oluyor. Bana sorar gibi bakıyor geceleri, yardım ister gibi biraz, biraz da sıcaklık bekler gibi. Seviyorum onu her gözüme bakışında. Sözlerimle, bazen ellerimle. “Çok güzel bir doğum geçireceksin kızım ve harika bir anne olacaksın!” diyorum. İki ay öncesine kadar geceleri yanıma zorla çağırdığım, biraz durup sıcaktan pöfleyerek giden kızım, sabaha kadar ona sarılmama izin veriyor ve birlikte uyuyoruz. Hareketleri ağırlaşmış, zıplamaktan, hoplamaktan kaçınmıyor ama, vücudu da pek izin vermiyor bu hareketlere zaten. İki ay boyunca günden güne gittikçe şişen karnı yüzünden, koşamıyor, yuvarlanamıyor. O gece tam on iki gibi yanıma her zaman gördüğümden başka bir suratla geliyor. Kaygılı, ağlamaklı, sesler çıkarıyor, beni eliyle itiyor. “Uyan!” diyor. Yaklaşık on beş dakika önce girdiğim yatakta doğruluyorum. ‘Galiba bebekler geliyor,’ diye düşünüyorum. Telaşlanıyorum. Eşimi uyandırıyorum, biraz bekliyoruz, izliyoruz, konuşuyoruz onunla ama, doğum gerçekleşmiyor ve söylenen kızımızla beraber sabaha karşı uyuyakalıyoruz, hep birlikte. Sabah kadar ara ara uyanıyorum ve uyanıp, evin çeşitli yerlerini kazmaya çalıştığını, halıyla savaştığını duyuyorum. Arada bir yanımıza gelip, derin derin nefes alıyor, sonra geri gidip, kazı çalışmalarına devam ediyor. Sabah acı bir haberle uyanıyoruz. Doğum beklerken, ölüm haberi alıyoruz. Dünyaya geldiğimde beni ilk kucağına alan, çocukluk anılarımda hep yanımda olan, adını taşıdığım kadını, babaannemi kaybetmişiz az önce. Yaşlı ve hasta olmasına rağmen beynimden vurulmuşa dönüyorum. İnanmıyorum bu habere, gidince onu yatağında bulacağıma eminim. Capcanlı, “kızııım” diye başlayan Arapça cümlelerle beni seveceğine eminim. Hemen o gün içerisinde kızımın yanında olabilecek bir arkadaşımızı arayıp gidiyorum onun evine. Evin önü kalabalık. Tanıdığım, tanımadığım pek çok üzgün yüz görüyorum. Hepsinde ortak olan ve tanıdığım bir ifade var. Hüzün, keder, üzüntü değil, ölüm ifadesi. Başka bir isim bulamıyorum buna. Ölümün olduğu evlerin önünde, içinde gördüğümüz, yalnızca oradan bildiğimiz bir ifade. Uzakta duran babamı görüyorum, güneş gözlüklerinin arkasından bana bakıyor. Gidip sarılıyorum. Babam sakin görünüyor. Endişeleniyorum. Sonra kadınların yanında duran anneme bakıyorum. Tanıdıklarıma selam verip, akrabalara tek tek sarılıp, içeri koşuyorum. Evde ölüm yok gibi, babaannem burada mı diyorum. Halam “İçerde kızım, gel,” diyor ve içerden uzanan babaannemin yanına geçiyoruz. Evde her şey aynı. Duvardaki fotoğraflar, ahşap, minik bir vitrinin üzerinde duran eşyalar, yıllar önce kaybettiğimiz halamdan anılar, dolap, eski bir yatak… Kendimi bildim bileli aynı olan eşyada tek bir değişiklik yok. Babaanneme bakıyorum, omuzlarından tutunca soğukluğunu hissedip, ısıtmaya çalışıyorum. Sonra ısınmayacağını anlayıp, yanındaki koltuğa oturuyorum. Nefes almayan babaannemi seyrederek, nefes almaya çalışıyorum. On beş dakika kadar durup, düşünüp, ona veda edip, çıkıyorum odadan. Cenaze birkaç saat sonra kalkıyor. İki halam ayakta zor durduklarından, onlara destek olmaya çalışıyorum. O yıkanırken, kapıda bekliyorum, onun beni doğumumda beklediği gibi. Hep anlattığı doğum hikayem geçiyor aklımdan. Hemşirelere kızıp, beni ellerinden alışı ve kendisinin yıkayışını canlandırmaya çalışıyorum kafamda. Kapıda nöbet tutar gibiyim ben de. Cenazeden sonra evde biraz daha durup, ayrılıyorum ordan. Eşim yanımda. Allak bullak tren istasyonunda bekliyoruz. Dünyaya, hayata dönmekte zorlanıyoruz. Gelip geçenlere bakıyorum. Sanki hepsi tanıdık gibi. Çocukluğumun bir döneminde onlarla da oynamış gibiyim. Orası babaanneme gitmek için indiğim istasyon. Mutlaka herkes birbirini biraz tanıyor hissine kapılıyorum. Çocukluğumun gecelerinde o evden sesini duyduğum tren, aynı sesle geliyor uzaktan. Trene binerken eski bir arkadaşımı görüyorum. Konuşmaya başlıyoruz ve sohbet ederek aynı trene biniyoruz. İndikten sonra eşim işe, ben eve gidiyorum. Kızım hala huzursuz. Arkadaşıma teşekkür ediyorum ve evden ayrılıyor. Akşam oluyor, eşim geliyor ve bir saat sonra, kızımızdan veterinerin hep bahsettiği o meşhur su geliyor. “İşte başladık, şimdi çok sakin ol,” diyorum kendime. Üçümüz için de ilk deneyim olacak. Bu yüzden fazladan heyecanlıyız. Eşimle eldivenler takıyoruz. Ne yapmamız gerektiğini, bir şey yapmamız gerekip gerekmeyeceğini bilmiyoruz. Eldivenleri neden taktığımızı da tam olarak bilemiyoruz. İzlediğimiz doğum videolarında öyle gördüğümüz için yapıyoruz bunu. Veterineri arıyorum. “Sakin ol, loş bir ortam olsun, hadi kızım, aferin kızım gibi şeyler söylemeyin. Sessiz olun. Sakince bekleyin. O kendi başına halleder. Bir problem olursa müdahale için yardım isteyin,” diyor. Biraz sakinleşiyorum. Her zaman çalışma lambası olarak kullandığımız lambayı getiriyor eşim odaya. Koltuklarda oturup, kendi aramızda fısıltıyla sohbet ediyoruz, ya da ediyormuş gibi yapıyoruz. “Sakin olmalıyız,” gibi gereksiz cümleler sarf ediyoruz. Kızımız tuvaletini yapacak gibi, ama bir yandan ne yapacağını bilemiyor gibi hareketler yapıyor. Gündelik bir şey oluyormuşcasına, sohbetimize devam etmeye, onunla çok ilgilenir gibi görünmemeye çalışıyoruz. Nihayet ilk yavru geliyor. Kızım yavruyu çevreleyen plasentayı yiyor, onu temizliyor, göbek bağını kesiyor ve yavruyu yalamaya başlıyor. Yavru nefes almıyor, hareket etmiyor. Elimden daha küçük yavruya bakıyoruz, yerimizden kalkmıyoruz. Kendi köpeği daha önce üç kez doğum yapan ve bana destek olan arkadaşımı arıyorum, “İlk yavru geldi, ama hareket etmiyor,” diyorum. “Hemen hareket etmeyebilir,” diyor. Bekliyoruz. Yavru nefes almıyor. Biz yaşayıp yaşamadığını tartışırken, ikinci yavru geliyor. Kızım yine plasentayı yiyor, göbek bağını kesiyor ve yavruya minik bi ısırık atıyor. Minik bir çığlık kopuyor ve ikinci yavru ilk nefesini alıyor. Gözlerime inanamıyorum. İlk kez doğum yapan kızım daha önce onlarca kez doğum yapmış, profesyonel bir anne gibi, adım adım ne yapması gerektiğini biliyor. Doğum devam ediyor ve ilk yavru hala hareket etmiyor. Onun ölü doğduğuna emin oluyoruz. Gelen her yavru bir ısırıkla çığlık atarken, doğmuş olan yavrular hemen annelerini emmek için memeye doğru kapalı gözleriyle koşuyorlar. Kızım bir yandan yeni bir yavrunun dünyaya gelmesi için savaşırken, bir yandan gelmiş olanları beslemeye çalışıyor. Tam doğum gerçekleşirken doğmuş olan yavruları biraz kenara alıp, doğum gerçekleştikten sonra bir daha beslenmeleri için anneye getiriyoruz. Her yavruda götür, getir yapıyoruz. Daha sakiniz. İş bölümü hemen kendiliğinden oluyor, bitiyor. Eşim yeni yavru için kızıma yardımcı olurken, ben diğer yavruların emerken ezilmemesi için onları uzaklaştırıyorum ve doğum sonrası aralarına katılan yeni yavruyla beslenme işlerine devam etmelerini sağlıyorum. Daha önce düşündüğümde ve fikir sahibi olmak için videolar izleyip, yazılanları okuduğumda biraz korkunç ve biraz da iğrenç bulduğum bu olay esnasında gözlerim doluyor. Her doğan bebek sonrasında eşimle birbirimize bakıp, kızımız hala sağlıklı olduğu, bir terslik olmadığı için gülümsüyoruz. İkimizin de mutluluktan gözleri dolu. Hayatımız boyunca ikimiz de tanıklık etmemişiz böyle bir mucizeye. “İlk nefeslerini almaları için her bebeği farklı bir yerinden ısırıyor, gördün mü?” diyor eşim, sessizce fakat heyecanla. “Evet,” diyorum. Birinin kulağı, birinin kuyruğu, birinin poposu, birinin kafasına konan ilk öpücük hayat veriyor ölüm dolu bu günde onlara. İlk nefesi alan, kapalı gözlerle, çığlık çığlığa sürünüyor memeye doğru. Memeyi bulamayan basıyor yaygarayı. Sekizinci bebek ters geliyor. Önce kafası, sonra ayakları… Veterinere ihtiyaç kalmıyor yine de… Diğerlerine göre biraz daha uzun sürse de, doğuyor bebek. Dokuzuncu yavrudan sonra kızım bitkin, yatıyor. Yaşayan ve bağırıp duran sekiz bebek var. Yavruları sokuluyor kızıma. Yarı kapalı gözlerle teşekkür eder gibi bakıyor bize. Bir süre sonra kendisini ve odayı temizlemek için dışarı çıkmasını söylüyorum. İkimize bakıp, yavruların üstüne tecrübesizce kapaklanıyor. Kaldıramıyoruz olduğu yerden. Beş buçuk senedir elimde büyüyen kızım değil bunu yapan. Bebeklerini korumaktan başka hiçbir şeyi gözü görmeyen anne, annesini dinlemiyor tabii ki. “Tamam kızım,” diyorum ve onun istediği gibi, o odadayken hızlı bir temizlik yapıp, sıcak yataklarında baş başa bırakıp anneyle bebeklerini, çıkıyoruz odadan. Evde daha önceden olmayan bir koku var. Bebek, süt, köpek karışımı; yanımda, minik bir kutuda taşımak isteyeceğim bir koku. Eşimle yorgun, bitmiş ama rahatlamış bir halde uzanıyoruz yatağa. Bebekleri düşünüyorum, babaannemi düşünüyorum. Belki kendi kendime avunuyorum ama, giderken bana bu bebekleri hediye bıraktığı duygusuna kapılıyorum. Gideceği günü özellikle seçmiş gibi… Hatırlıyorum, ölümün olduğu yerde hayatın olduğunu, hayatın olduğu yerde ölümün durduğunu. Tek bir nefesin ne demek olduğunu hissediyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Bir an babaannemin kokusu geliyor burnuma, kaçırmak istemiyorum, derin çekiyorum içime. Babaanneme gülümseyerek kapatıyorum gözlerimi.


03 Şubat, 2014

BUGÜN GÜNLERDEN "ALİ İSMAİL KORKMAZ"



Bugün hepimizin canı bir başka yandı. Bugün başka öfkelendik, başka küstük. Ali İsmail’in arkasından hangimiz adaletin yerini bulacağından emindi, hangimiz adaletsiz kalacağımızı  düşündü, hangimiz “artık hak yerini bulsa ne olur?!” dedi, bilmiyorum. Düşünüyorum. Annemin dokuz yüz küsur kilometreden gönderdiği yemekler, yemekler altından çıkan portakallar, kolinin altına indikçe gereksizce konduğunu düşünmüş olduğum ‘belki lazım olur’ elbezleri, havlular; babamdan gizli konmuş, her yerde bulunabilecek baharatlar. Baharatlar üzerine telefonla aradığım ve ‘ne gerek vardı, İstanbul’da bunlar var anne’ tonuyla “Teşekkürler anne, ama ne kadar çok şey koymuşsun. Uğraşmasaydın bu kadar.” dediğim annem ve karşıdan gelen kendi telaşında sandığım, ama aslında çocuğunun telaşındaki ses: “Kavanozdakileri buzluğa koy kızım. Sıkmaları da dolaba koy, bozulur onlar. Sonradan ısıtır ısıtır yersin.”
-Anne ben otuz yaşıma geliyorum. Sen hala evime gelince temizlik yapıyor, gizlice bulduğun söküklerimi dikiyorsun. Benim için yapmayacağın şey yok, biliyorum. Endişeli sesimden içine ne korkular düşüyor anlamıyorum bazen. Ben de senin yokluğunu düşününce uykularım kaçıyor, kalbim acıyor, tahayyül etmek bile ağır geliyor.
Yıllar önce çok sevdiğim birini kaybetmiştim. On dokuz yaşındaydı. Hayallerini, kahkahalarını, korkularını, kâğıtlarını, kalemlerini, sesini alıp gitmişti. Düştüğü bir çıkmaza ayağı takılmıştı belli ki ve belki de kapı çalsa gelecek iki dost sesiyle dönecek şen kahkahalarını camdan aşağı bırakıvermişti. Sonra gözyaşları, dualar, zorlukla yürünen toprak bir yol hatırlıyorum. O gün bir baba gördüm. Kendisini kollarından çekenlerin ellerinden tüm gücüyle kurtulmaya çalışarak, toprağın üstüne yatmaya çalışan, cenazenin gömülmesine izin vermeyecek kadar güçlü, diğer yandan ayağa kalkamayan, bağıran, toprağa kapanan bir baba. Gömülme işini elinden geldiğince uzatan bir adam. O gün annemi hem anladım, hem de annemi asla anlayamayacağımı anladım.

Tüm bu fotoğraflardan gözümü çekip, Ali İsmail’e bakıyorum. Annesine yakından bakıyorum. Onun vücudundaki ufacık bir yaradan telaş etmiş olan, onu büyütmüş olan kadına yakından bir daha bakıyorum. Şimdi Ali İsmail’in vücuduna inen her darbe üzerime iniyor. Gözlerimle masaları dağıtıyor, kapıları çarpıyor, bunu yapanların yüzlerine kocaman tükürüyorum. Sonra küçülüyorum, minicik oluyorum. Nefes bile alamayacak kadar ufalıyorum. Ellerimi koyacak bir yer bulamıyorum.