(Ey yolcu, filmi izlemediysen öte dur, komple spoiler)
Cam şişeler, enjektörler,
devreler, karışımlar ve bir laboratuar. Biz bu deneyi yapmak istediğimize
eminiz; her şey hazır, her şey tam. Saatler işliyor, ayaklarımız yere basıyor,
eldivenlerimizi takıyoruz; öyle beyaz, öyle steril ki her şey, tam da olması
gerektiği gibi. Aman odamıza ruh kaçmasın, bir şeyler dağılmasın, aklımız
karışmasın, deneyimiz mahvolmasın. Akıl bizim için aslolan şimdi. Çünkü akıl
yerdeki koca taşlar gibidir; ince işlemeleri olan kusursuz güzelliği,
sarsılmasını kati surette engelleyen ağırlığı, büyüklüğü ile güvence altına
alınmıştır. Akıl parlaktır. Zeka daha da parlaktır. İkisinin birbirini bulduğu
nadir durumlarda ince işlemeli o koca taşlardan muhteşem bir ev bile inşa
edilebilir. Peki, ya kalp? Kalp uçuşur, bir gelir bir gider, bir vardır bir
yoktur, havada dans eder, tekinsizdir. Bu kapının ardında ona yer yoktur. Biz
akla ve zekaya bulanalım, ışıklı bilgiler ekleyelim içine bir de… Öyle ki
gözlerimiz kamaşsın kusursuzluktan. Aman kapı çalmasın, dikkatlerimiz dağılmasın.
İyice odaklanırsak, başaramayacağımız hiçbir şey, kazanamayacağımız hiçbir
yarış yok. Spor öğretmeninin de söylediği gibi:
“Derhal işe koyulun, en iyi olan kazanacak!”
En iyi olan kazanacağı için işe koyuluyoruz, çalışıyoruz,
aklımızla yol alıyoruz. İşte tam bu sırada, lekesiz sessizliğimiz ve steril
konsantrasyonumuzun kapısını tıklatıyor Tim Burton. Belki de kapıyı hiç
çalmadan, bazılarımız içinse kapıyı kırarak giriyor olabilir içeriye.
Şiddetleri de değişen tokatlar atıyor her birimize. Hepimizi sevgiyle tokatlıyor
ve bir soru yazıyor tahtaya: ‘Deneyinizi seviyor musunuz?’
Beynimizde topladığımız dikkatlerimizin içerisine kalbimizi
koymadan yaptıklarımızı, yapacaklarımızı sorgulamamamızı istiyor adeta.
İçlerini boşalttığımız kalplerimizin yokluğuyla, salt aklımıza yaslanarak
yapacaklarımızın bizi nereye getirmiş olabileceği ve nereye götürebileceği
hakkında fikir yürütmemiz için birkaç fotoğraf gösteriyor bize. Ruhlarımızın
terk ettiği kara kalplerimize bir ayna tutuyor ve bomboş kalplerle girilen
bilim odalarından, bazıları bizden, hatta evlerimizden bile büyük canavarlar
çıkabileceğini, bizlere Godzilla’yı hatırlatan dev kaplumbağa aracılığıyla
anlatıyor.
Hikayemizin baş kahramanı Victor
Frankenstein. Tek dostu köpeği Sparky olan ve bilime karşı özel bir ilgi duyan
Victor Frankenstein’in çocuk kalbi, Sparky’ye araba çarpması ve onu kaybetmesi
sonucunda paramparça olur. Ailesi Victor’u “Sevdiğin birisini kaybettiğinde, o
seni aslında terk etmez. Yalnızca kalbinde özel bir yere taşınır. O her zaman
yanında olacak.” diyerek avutmaya çalışır, ancak Victor,“Ben onu kalbimde
istemiyorum. Burada, yanımda istiyorum.” diyerek onların söylediklerini
reddeder. Bu konuşma esnasında Victor, üzerinde filmin sonunda göreceğimiz
hayvanlara göndermeler yapan resimlerin olduğu bir pijama giymektedir ve
odasının duvar kağıdı üzerinde uzay temalı desenler çarpar gözümüze. Duvarda,
içlerinde ‘Denizler Altında 20000 Fersah’ın da olduğu birkaç poster vardır. Victor
üzgün bir şekilde hayatına devam ederken, çılgın Fen öğretmeni, Bay
Rzykruski’nin derste anlattıkları, Victor’a ölmüş olan Sparky’yi elektrik
kullanarak geri getirme konusunda umut ışığı yakar. Bu umutla hayvan
mezarlığına giden Victor, Sparky’yi mezarından çıkarır. Mezardaki diğer
ölülerin isimleri izleyici için tanıdıktır: Tim Burton bir mezar taşının
üzerindeki “Shelley” ismiyle, Frankenstein’in yazarı olan Marry Shelley’ye
selam gönderir. Aynı zamanda, Frankenweenie filminin 1984’te çekilmiş kısa
versiyonunda, Victor’un annesini oynayan kişi Shelley Duvall’dır. Mezarlıkta
gördüğümüz bir diğer mezar taşında ise “Goodbye Kitty” yazarak, “Hello Kitty” olarak
bildiğimiz karakteri öldürmüştür Tim Burton. Mezarlığa gidip Sparky’yi yerinden
çıkaran Victor, eve geldiğinde sessizce, kimseye görünmeden eve girer ve öğretmeninin
anlattıklarıyla canlanan umudu, Sparky’ye olan sonsuz sevgisi, aklı, zekası ve
derste öğrendikleriyle birleşince hayalini evinin çatı katında kurduğu bir
düzenek aracılığıyla gerçekleştirir. Ancak her yerini dikmek zorunda kaldığı
Sparky’yi ailesinden ve komşularından saklamak zorundadır, çünkü insanların onu
anlamayacağını, Sparky’den korkacaklarını düşünür. İsmi ile Edgar Allan Poe’ya
gönderme yapılan, Edgar ‘E’ Gore adlı, hem ürkütücü hem komik bir görünüme
sahip sınıf arkadaşı, Sparky’yi dışarıda görünce Victor’dan bunu nasıl
yaptığını kendisine anlatmasını ister. Victor’un ona verdiği cevap, Victor’un
bu işe yaklaşımı anlamında çok şey anlatmaktadır.
“Bu bir deney değil. O benim
köpeğim.”
Edgar’ın ona getirdiği ölü balığı
canlandırmaları, ancak balığın görünmez olması ve yalnızca birkaç gün yaşaması
üzerine aklında sorular oluşan, köpeğini de tekrar kaybedeceğinden korkan
Victor, Bay Rzykruski’ye koşar, aklındaki ve kalbindeki korkuyla. Victor ve
Bay Rzykruski arasında geçen konuşma, filmin izleyiciye anlatmak istedikleri açısından
oldukça önemlidir. Burada öğretmen, bir sorusu olduğunu söyleyen Victor’a “İşte
bu yüzden sen bir bilim adamısın,” der. İnsanların bilime karşı tavrını
eleştirdiği bu konuşmada öğretmen insanların bilimin yalnızca beyinle ilgili
olduğunu sandıklarını, ancak kalbin de bu işe ortak olduğunu söyler ve ardından
ona sorar,
“İlk seferinde, deneyini sevmiş
miydin?”
“Evet,” diye yanıtlar Victor.
“Peki, ikinci seferinde?”
“Hayır. Bir an önce bitmesini
istemiştim.”
“Öyleyse değişkenlerle
oynamışsın,” diye karşılık verir öğretmen ve ekler, “Bilim iyi ya da kötü
değildir, Victor. Ancak sen bunu iki şekilde de kullanabilirsin.”
Bay Rzykruski, kendisinin aileler
tarafından istenmemesini insanların bilimle ilgili bir şey bilmemelerine,
bilmedikleri şeyden korkmalarına bağlar ve temelde sorunun onların cehaleti
olduğunu düşünür. Bunu, ailelerin yüzüne doğrudan, kelimelerle oynamadan,
aklında var olduğu gibi söylemesi üzerine derhal işten çıkarılır. Daha sonra,
Fen derslerine Spor öğretmeni girmeye başlar. Spor öğretmeni aklın ve
bilgeliğin ışığı olmadan, salt disiplinin vücut bulmuş halidir ve aslında
gözlerimizin, fazla maruz kaldığı için artık göremediği klişe bir tiplemeyi
yeniden, yeni bir şeymiş gibi görmemizi sağlar.
Tıpkı Frankenstein gibi, ölüm ve yaşam arasındaki çizgiyi aşan ve sınırları zorlayan Victor’un yaptığını yapmak isteyen arkadaşları onun başardığını başaramazlar. Çünkü içlerinde gerçek istek, deneylerine karşı ise gerçek sevgi duymuyorlardır ve deneylerinin sonucunda kendilerinin kontrolünde olmayan, vahşi hayvanlar çıkar ortaya. Tim Burton’ın hemen hemen tüm filmlerinde ustalıkla ve incelikle işlediği “elalem” kavramının temsilini bu filmde Victor’ın sınıf arkadaşları ve başta belediye başkanı olan Bay Burgermeister olmak üzere mahallede yaşayan insanlar oluşturur. “Elalem” kavramı içerisine yerleştirilmiş güldürü unsurlarının kaosunda, bir kez daha tek başına manipülasyonun bizleri nereye götürebileceğini, aslında hikayenin gidişatını etkileyen ana unsur olduğunu gösterir bizlere. Bu anlamda Edward Scissorhands’i çağrıştırdığı söylenebilir. Filmin sonunda tüm karakterlerin Sparky’nin peşinde koştuğu sahne de izleyiciye Edward Scissorhands’i hatırlatır. Frankenweenie’de çevredeki insanların anlık, tehlikesiz, içi boş görünen ve aslında güldüğümüz tepkilerinin ne kadar büyük ve geri dönülemez sonuçlara yol açabileceğini bir kez daha izleriz. Tim Burton’ın hayal gücünün sağladığı iyimserlik ellerimizden tutar ve işte bu geri dönülemez olandan bile geri dönebiliriz.
Tim Burton’ın rengarenk
gözlerinden içeri atlayarak başladığımız bu heyecan dolu yolculuktan mutlu
dönsek de, ‘ölüm karşısında çaresizlik, sevdiklerimizi kaybetmek üzerine dipsiz
korkular’ gibi günlük hayatımızda aklımızın en diplerine ittiğimiz
sorunsallarımız, boğazımızdaki bir yumruk içerisine doluşuverirler. Bir çok filminde
ölümle uğraşan, ölümü hem ciddiye, hem de tiye almasıyla bildiğimiz Tim
Burton’ın, Frankenstein’ın hikayesinden esinlenerek Leonard Lipps’le birlikte
kaleme aldığı ve kendisinin yönettiği bu film 7 Ekim 2012’de gösterime
girmiştir. 1984 yılında kısa film şeklinde çekilen 29 dakikalık bir filmin, 87
dakikalık bir uzun metraja dönüşmüş halidir. Animasyon şeklinde çekilmiştir ve
bizi davet ettiği dünyada hem Holywood’un klişeleşmiş, korku saçan yaratıkları,
hem Victor’un gözyaşları, hem de bizi bolca güldürecek karakterler vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder