Gece on ikide uyanıyorum. Kızım yatağımıza gelmiş. İki aydır
her gece geliyor, soluma yatıyor ve onu sarabileceğim bir şekilde uyuyakalıyor.
Vücudunda tanımadığını sandığım bir şeyler oluyor. Bana sorar gibi bakıyor
geceleri, yardım ister gibi biraz, biraz da sıcaklık bekler gibi. Seviyorum onu
her gözüme bakışında. Sözlerimle, bazen ellerimle. “Çok güzel bir doğum
geçireceksin kızım ve harika bir anne olacaksın!” diyorum. İki ay öncesine
kadar geceleri yanıma zorla çağırdığım, biraz durup sıcaktan pöfleyerek giden
kızım, sabaha kadar ona sarılmama izin veriyor ve birlikte uyuyoruz.
Hareketleri ağırlaşmış, zıplamaktan, hoplamaktan kaçınmıyor ama, vücudu da pek
izin vermiyor bu hareketlere zaten. İki ay boyunca günden güne gittikçe şişen
karnı yüzünden, koşamıyor, yuvarlanamıyor. O gece tam on iki gibi yanıma her zaman gördüğümden başka bir suratla geliyor. Kaygılı, ağlamaklı, sesler
çıkarıyor, beni eliyle itiyor. “Uyan!” diyor. Yaklaşık on beş dakika önce
girdiğim yatakta doğruluyorum. ‘Galiba bebekler geliyor,’ diye düşünüyorum.
Telaşlanıyorum. Eşimi uyandırıyorum, biraz bekliyoruz, izliyoruz, konuşuyoruz
onunla ama, doğum gerçekleşmiyor ve söylenen kızımızla beraber sabaha karşı
uyuyakalıyoruz, hep birlikte. Sabah kadar ara ara uyanıyorum ve uyanıp, evin
çeşitli yerlerini kazmaya çalıştığını, halıyla savaştığını duyuyorum. Arada bir
yanımıza gelip, derin derin nefes alıyor, sonra geri gidip, kazı çalışmalarına
devam ediyor. Sabah acı bir haberle uyanıyoruz. Doğum beklerken, ölüm haberi
alıyoruz. Dünyaya geldiğimde beni ilk kucağına alan, çocukluk anılarımda hep
yanımda olan, adını taşıdığım kadını, babaannemi kaybetmişiz az önce. Yaşlı ve
hasta olmasına rağmen beynimden vurulmuşa dönüyorum. İnanmıyorum bu habere,
gidince onu yatağında bulacağıma eminim. Capcanlı, “kızııım” diye başlayan
Arapça cümlelerle beni seveceğine eminim. Hemen o gün içerisinde kızımın
yanında olabilecek bir arkadaşımızı arayıp gidiyorum onun evine. Evin önü
kalabalık. Tanıdığım, tanımadığım pek çok üzgün yüz görüyorum. Hepsinde ortak
olan ve tanıdığım bir ifade var. Hüzün, keder, üzüntü değil, ölüm ifadesi.
Başka bir isim bulamıyorum buna. Ölümün olduğu evlerin önünde, içinde
gördüğümüz, yalnızca oradan bildiğimiz bir ifade. Uzakta duran babamı
görüyorum, güneş gözlüklerinin arkasından bana bakıyor. Gidip sarılıyorum.
Babam sakin görünüyor. Endişeleniyorum. Sonra kadınların yanında duran anneme
bakıyorum. Tanıdıklarıma selam verip, akrabalara tek tek sarılıp, içeri
koşuyorum. Evde ölüm yok gibi, babaannem burada mı diyorum. Halam “İçerde
kızım, gel,” diyor ve içerden uzanan babaannemin yanına geçiyoruz. Evde her şey
aynı. Duvardaki fotoğraflar, ahşap, minik bir vitrinin üzerinde duran eşyalar,
yıllar önce kaybettiğimiz halamdan anılar, dolap, eski bir yatak… Kendimi
bildim bileli aynı olan eşyada tek bir değişiklik yok. Babaanneme bakıyorum,
omuzlarından tutunca soğukluğunu hissedip, ısıtmaya çalışıyorum. Sonra
ısınmayacağını anlayıp, yanındaki koltuğa oturuyorum. Nefes almayan babaannemi
seyrederek, nefes almaya çalışıyorum. On beş dakika kadar durup, düşünüp, ona
veda edip, çıkıyorum odadan. Cenaze birkaç saat sonra kalkıyor. İki halam
ayakta zor durduklarından, onlara destek olmaya çalışıyorum. O yıkanırken,
kapıda bekliyorum, onun beni doğumumda beklediği gibi. Hep anlattığı doğum
hikayem geçiyor aklımdan. Hemşirelere kızıp, beni ellerinden alışı ve
kendisinin yıkayışını canlandırmaya çalışıyorum kafamda. Kapıda nöbet tutar
gibiyim ben de. Cenazeden sonra evde biraz daha durup, ayrılıyorum ordan. Eşim
yanımda. Allak bullak tren istasyonunda bekliyoruz. Dünyaya, hayata dönmekte
zorlanıyoruz. Gelip geçenlere bakıyorum. Sanki hepsi tanıdık gibi. Çocukluğumun
bir döneminde onlarla da oynamış gibiyim. Orası babaanneme gitmek için indiğim
istasyon. Mutlaka herkes birbirini biraz tanıyor hissine kapılıyorum.
Çocukluğumun gecelerinde o evden sesini duyduğum tren, aynı sesle geliyor
uzaktan. Trene binerken eski bir arkadaşımı görüyorum. Konuşmaya başlıyoruz ve
sohbet ederek aynı trene biniyoruz. İndikten sonra eşim işe, ben eve gidiyorum.
Kızım hala huzursuz. Arkadaşıma teşekkür ediyorum ve evden ayrılıyor. Akşam
oluyor, eşim geliyor ve bir saat sonra, kızımızdan veterinerin hep bahsettiği o
meşhur su geliyor. “İşte başladık, şimdi çok sakin ol,” diyorum kendime. Üçümüz
için de ilk deneyim olacak. Bu yüzden fazladan heyecanlıyız. Eşimle eldivenler
takıyoruz. Ne yapmamız gerektiğini, bir şey yapmamız gerekip gerekmeyeceğini
bilmiyoruz. Eldivenleri neden taktığımızı da tam olarak bilemiyoruz.
İzlediğimiz doğum videolarında öyle gördüğümüz için yapıyoruz bunu. Veterineri
arıyorum. “Sakin ol, loş bir ortam olsun, hadi kızım, aferin kızım gibi şeyler
söylemeyin. Sessiz olun. Sakince bekleyin. O kendi başına halleder. Bir problem
olursa müdahale için yardım isteyin,” diyor. Biraz sakinleşiyorum. Her zaman
çalışma lambası olarak kullandığımız lambayı getiriyor eşim odaya. Koltuklarda
oturup, kendi aramızda fısıltıyla sohbet ediyoruz, ya da ediyormuş gibi
yapıyoruz. “Sakin olmalıyız,” gibi gereksiz cümleler sarf ediyoruz. Kızımız
tuvaletini yapacak gibi, ama bir yandan ne yapacağını bilemiyor gibi hareketler
yapıyor. Gündelik bir şey oluyormuşcasına, sohbetimize devam etmeye, onunla çok
ilgilenir gibi görünmemeye çalışıyoruz. Nihayet ilk yavru geliyor. Kızım
yavruyu çevreleyen plasentayı yiyor, onu temizliyor, göbek bağını kesiyor ve
yavruyu yalamaya başlıyor. Yavru nefes almıyor, hareket etmiyor. Elimden daha
küçük yavruya bakıyoruz, yerimizden kalkmıyoruz. Kendi köpeği daha önce üç kez
doğum yapan ve bana destek olan arkadaşımı arıyorum, “İlk yavru geldi, ama
hareket etmiyor,” diyorum. “Hemen hareket etmeyebilir,” diyor. Bekliyoruz.
Yavru nefes almıyor. Biz yaşayıp yaşamadığını tartışırken, ikinci yavru
geliyor. Kızım yine plasentayı yiyor, göbek bağını kesiyor ve yavruya minik bi
ısırık atıyor. Minik bir çığlık kopuyor ve ikinci yavru ilk nefesini alıyor.
Gözlerime inanamıyorum. İlk kez doğum yapan kızım daha önce onlarca kez doğum
yapmış, profesyonel bir anne gibi, adım adım ne yapması gerektiğini biliyor.
Doğum devam ediyor ve ilk yavru hala hareket etmiyor. Onun ölü doğduğuna emin
oluyoruz. Gelen her yavru bir ısırıkla çığlık atarken, doğmuş olan yavrular
hemen annelerini emmek için memeye doğru kapalı gözleriyle koşuyorlar. Kızım
bir yandan yeni bir yavrunun dünyaya gelmesi için savaşırken, bir yandan gelmiş
olanları beslemeye çalışıyor. Tam doğum gerçekleşirken doğmuş olan yavruları
biraz kenara alıp, doğum gerçekleştikten sonra bir daha beslenmeleri için
anneye getiriyoruz. Her yavruda götür, getir yapıyoruz. Daha sakiniz. İş bölümü
hemen kendiliğinden oluyor, bitiyor. Eşim yeni yavru için kızıma yardımcı
olurken, ben diğer yavruların emerken ezilmemesi için onları uzaklaştırıyorum ve
doğum sonrası aralarına katılan yeni yavruyla beslenme işlerine devam
etmelerini sağlıyorum. Daha önce düşündüğümde ve fikir sahibi olmak için
videolar izleyip, yazılanları okuduğumda biraz korkunç ve biraz da iğrenç
bulduğum bu olay esnasında gözlerim doluyor. Her doğan bebek sonrasında eşimle
birbirimize bakıp, kızımız hala sağlıklı olduğu, bir terslik olmadığı için gülümsüyoruz.
İkimizin de mutluluktan gözleri dolu. Hayatımız boyunca ikimiz de tanıklık
etmemişiz böyle bir mucizeye. “İlk nefeslerini almaları için her bebeği farklı
bir yerinden ısırıyor, gördün mü?” diyor eşim, sessizce fakat heyecanla.
“Evet,” diyorum. Birinin kulağı, birinin kuyruğu, birinin poposu, birinin
kafasına konan ilk öpücük hayat veriyor ölüm dolu bu günde onlara. İlk nefesi
alan, kapalı gözlerle, çığlık çığlığa sürünüyor memeye doğru. Memeyi bulamayan
basıyor yaygarayı. Sekizinci bebek ters geliyor. Önce kafası, sonra ayakları…
Veterinere ihtiyaç kalmıyor yine de… Diğerlerine göre biraz daha uzun sürse de,
doğuyor bebek. Dokuzuncu yavrudan sonra kızım bitkin, yatıyor. Yaşayan ve
bağırıp duran sekiz bebek var. Yavruları sokuluyor kızıma. Yarı kapalı gözlerle
teşekkür eder gibi bakıyor bize. Bir süre sonra kendisini ve odayı temizlemek
için dışarı çıkmasını söylüyorum. İkimize bakıp, yavruların üstüne tecrübesizce
kapaklanıyor. Kaldıramıyoruz olduğu yerden. Beş buçuk senedir elimde büyüyen
kızım değil bunu yapan. Bebeklerini korumaktan başka hiçbir şeyi gözü görmeyen
anne, annesini dinlemiyor tabii ki. “Tamam kızım,” diyorum ve onun istediği
gibi, o odadayken hızlı bir temizlik yapıp, sıcak yataklarında baş başa bırakıp
anneyle bebeklerini, çıkıyoruz odadan. Evde daha önceden olmayan bir koku var.
Bebek, süt, köpek karışımı; yanımda, minik bir kutuda taşımak isteyeceğim bir
koku. Eşimle yorgun, bitmiş ama rahatlamış bir halde uzanıyoruz yatağa.
Bebekleri düşünüyorum, babaannemi düşünüyorum. Belki kendi kendime avunuyorum
ama, giderken bana bu bebekleri hediye bıraktığı duygusuna kapılıyorum.
Gideceği günü özellikle seçmiş gibi… Hatırlıyorum, ölümün olduğu yerde hayatın
olduğunu, hayatın olduğu yerde ölümün durduğunu. Tek bir nefesin ne demek
olduğunu hissediyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Bir an babaannemin
kokusu geliyor burnuma, kaçırmak istemiyorum, derin çekiyorum içime. Babaanneme
gülümseyerek kapatıyorum gözlerimi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder