16 Şubat, 2014

BİR GÜN, BİR AN, BİR NEFES



Gece on ikide uyanıyorum. Kızım yatağımıza gelmiş. İki aydır her gece geliyor, soluma yatıyor ve onu sarabileceğim bir şekilde uyuyakalıyor. Vücudunda tanımadığını sandığım bir şeyler oluyor. Bana sorar gibi bakıyor geceleri, yardım ister gibi biraz, biraz da sıcaklık bekler gibi. Seviyorum onu her gözüme bakışında. Sözlerimle, bazen ellerimle. “Çok güzel bir doğum geçireceksin kızım ve harika bir anne olacaksın!” diyorum. İki ay öncesine kadar geceleri yanıma zorla çağırdığım, biraz durup sıcaktan pöfleyerek giden kızım, sabaha kadar ona sarılmama izin veriyor ve birlikte uyuyoruz. Hareketleri ağırlaşmış, zıplamaktan, hoplamaktan kaçınmıyor ama, vücudu da pek izin vermiyor bu hareketlere zaten. İki ay boyunca günden güne gittikçe şişen karnı yüzünden, koşamıyor, yuvarlanamıyor. O gece tam on iki gibi yanıma her zaman gördüğümden başka bir suratla geliyor. Kaygılı, ağlamaklı, sesler çıkarıyor, beni eliyle itiyor. “Uyan!” diyor. Yaklaşık on beş dakika önce girdiğim yatakta doğruluyorum. ‘Galiba bebekler geliyor,’ diye düşünüyorum. Telaşlanıyorum. Eşimi uyandırıyorum, biraz bekliyoruz, izliyoruz, konuşuyoruz onunla ama, doğum gerçekleşmiyor ve söylenen kızımızla beraber sabaha karşı uyuyakalıyoruz, hep birlikte. Sabah kadar ara ara uyanıyorum ve uyanıp, evin çeşitli yerlerini kazmaya çalıştığını, halıyla savaştığını duyuyorum. Arada bir yanımıza gelip, derin derin nefes alıyor, sonra geri gidip, kazı çalışmalarına devam ediyor. Sabah acı bir haberle uyanıyoruz. Doğum beklerken, ölüm haberi alıyoruz. Dünyaya geldiğimde beni ilk kucağına alan, çocukluk anılarımda hep yanımda olan, adını taşıdığım kadını, babaannemi kaybetmişiz az önce. Yaşlı ve hasta olmasına rağmen beynimden vurulmuşa dönüyorum. İnanmıyorum bu habere, gidince onu yatağında bulacağıma eminim. Capcanlı, “kızııım” diye başlayan Arapça cümlelerle beni seveceğine eminim. Hemen o gün içerisinde kızımın yanında olabilecek bir arkadaşımızı arayıp gidiyorum onun evine. Evin önü kalabalık. Tanıdığım, tanımadığım pek çok üzgün yüz görüyorum. Hepsinde ortak olan ve tanıdığım bir ifade var. Hüzün, keder, üzüntü değil, ölüm ifadesi. Başka bir isim bulamıyorum buna. Ölümün olduğu evlerin önünde, içinde gördüğümüz, yalnızca oradan bildiğimiz bir ifade. Uzakta duran babamı görüyorum, güneş gözlüklerinin arkasından bana bakıyor. Gidip sarılıyorum. Babam sakin görünüyor. Endişeleniyorum. Sonra kadınların yanında duran anneme bakıyorum. Tanıdıklarıma selam verip, akrabalara tek tek sarılıp, içeri koşuyorum. Evde ölüm yok gibi, babaannem burada mı diyorum. Halam “İçerde kızım, gel,” diyor ve içerden uzanan babaannemin yanına geçiyoruz. Evde her şey aynı. Duvardaki fotoğraflar, ahşap, minik bir vitrinin üzerinde duran eşyalar, yıllar önce kaybettiğimiz halamdan anılar, dolap, eski bir yatak… Kendimi bildim bileli aynı olan eşyada tek bir değişiklik yok. Babaanneme bakıyorum, omuzlarından tutunca soğukluğunu hissedip, ısıtmaya çalışıyorum. Sonra ısınmayacağını anlayıp, yanındaki koltuğa oturuyorum. Nefes almayan babaannemi seyrederek, nefes almaya çalışıyorum. On beş dakika kadar durup, düşünüp, ona veda edip, çıkıyorum odadan. Cenaze birkaç saat sonra kalkıyor. İki halam ayakta zor durduklarından, onlara destek olmaya çalışıyorum. O yıkanırken, kapıda bekliyorum, onun beni doğumumda beklediği gibi. Hep anlattığı doğum hikayem geçiyor aklımdan. Hemşirelere kızıp, beni ellerinden alışı ve kendisinin yıkayışını canlandırmaya çalışıyorum kafamda. Kapıda nöbet tutar gibiyim ben de. Cenazeden sonra evde biraz daha durup, ayrılıyorum ordan. Eşim yanımda. Allak bullak tren istasyonunda bekliyoruz. Dünyaya, hayata dönmekte zorlanıyoruz. Gelip geçenlere bakıyorum. Sanki hepsi tanıdık gibi. Çocukluğumun bir döneminde onlarla da oynamış gibiyim. Orası babaanneme gitmek için indiğim istasyon. Mutlaka herkes birbirini biraz tanıyor hissine kapılıyorum. Çocukluğumun gecelerinde o evden sesini duyduğum tren, aynı sesle geliyor uzaktan. Trene binerken eski bir arkadaşımı görüyorum. Konuşmaya başlıyoruz ve sohbet ederek aynı trene biniyoruz. İndikten sonra eşim işe, ben eve gidiyorum. Kızım hala huzursuz. Arkadaşıma teşekkür ediyorum ve evden ayrılıyor. Akşam oluyor, eşim geliyor ve bir saat sonra, kızımızdan veterinerin hep bahsettiği o meşhur su geliyor. “İşte başladık, şimdi çok sakin ol,” diyorum kendime. Üçümüz için de ilk deneyim olacak. Bu yüzden fazladan heyecanlıyız. Eşimle eldivenler takıyoruz. Ne yapmamız gerektiğini, bir şey yapmamız gerekip gerekmeyeceğini bilmiyoruz. Eldivenleri neden taktığımızı da tam olarak bilemiyoruz. İzlediğimiz doğum videolarında öyle gördüğümüz için yapıyoruz bunu. Veterineri arıyorum. “Sakin ol, loş bir ortam olsun, hadi kızım, aferin kızım gibi şeyler söylemeyin. Sessiz olun. Sakince bekleyin. O kendi başına halleder. Bir problem olursa müdahale için yardım isteyin,” diyor. Biraz sakinleşiyorum. Her zaman çalışma lambası olarak kullandığımız lambayı getiriyor eşim odaya. Koltuklarda oturup, kendi aramızda fısıltıyla sohbet ediyoruz, ya da ediyormuş gibi yapıyoruz. “Sakin olmalıyız,” gibi gereksiz cümleler sarf ediyoruz. Kızımız tuvaletini yapacak gibi, ama bir yandan ne yapacağını bilemiyor gibi hareketler yapıyor. Gündelik bir şey oluyormuşcasına, sohbetimize devam etmeye, onunla çok ilgilenir gibi görünmemeye çalışıyoruz. Nihayet ilk yavru geliyor. Kızım yavruyu çevreleyen plasentayı yiyor, onu temizliyor, göbek bağını kesiyor ve yavruyu yalamaya başlıyor. Yavru nefes almıyor, hareket etmiyor. Elimden daha küçük yavruya bakıyoruz, yerimizden kalkmıyoruz. Kendi köpeği daha önce üç kez doğum yapan ve bana destek olan arkadaşımı arıyorum, “İlk yavru geldi, ama hareket etmiyor,” diyorum. “Hemen hareket etmeyebilir,” diyor. Bekliyoruz. Yavru nefes almıyor. Biz yaşayıp yaşamadığını tartışırken, ikinci yavru geliyor. Kızım yine plasentayı yiyor, göbek bağını kesiyor ve yavruya minik bi ısırık atıyor. Minik bir çığlık kopuyor ve ikinci yavru ilk nefesini alıyor. Gözlerime inanamıyorum. İlk kez doğum yapan kızım daha önce onlarca kez doğum yapmış, profesyonel bir anne gibi, adım adım ne yapması gerektiğini biliyor. Doğum devam ediyor ve ilk yavru hala hareket etmiyor. Onun ölü doğduğuna emin oluyoruz. Gelen her yavru bir ısırıkla çığlık atarken, doğmuş olan yavrular hemen annelerini emmek için memeye doğru kapalı gözleriyle koşuyorlar. Kızım bir yandan yeni bir yavrunun dünyaya gelmesi için savaşırken, bir yandan gelmiş olanları beslemeye çalışıyor. Tam doğum gerçekleşirken doğmuş olan yavruları biraz kenara alıp, doğum gerçekleştikten sonra bir daha beslenmeleri için anneye getiriyoruz. Her yavruda götür, getir yapıyoruz. Daha sakiniz. İş bölümü hemen kendiliğinden oluyor, bitiyor. Eşim yeni yavru için kızıma yardımcı olurken, ben diğer yavruların emerken ezilmemesi için onları uzaklaştırıyorum ve doğum sonrası aralarına katılan yeni yavruyla beslenme işlerine devam etmelerini sağlıyorum. Daha önce düşündüğümde ve fikir sahibi olmak için videolar izleyip, yazılanları okuduğumda biraz korkunç ve biraz da iğrenç bulduğum bu olay esnasında gözlerim doluyor. Her doğan bebek sonrasında eşimle birbirimize bakıp, kızımız hala sağlıklı olduğu, bir terslik olmadığı için gülümsüyoruz. İkimizin de mutluluktan gözleri dolu. Hayatımız boyunca ikimiz de tanıklık etmemişiz böyle bir mucizeye. “İlk nefeslerini almaları için her bebeği farklı bir yerinden ısırıyor, gördün mü?” diyor eşim, sessizce fakat heyecanla. “Evet,” diyorum. Birinin kulağı, birinin kuyruğu, birinin poposu, birinin kafasına konan ilk öpücük hayat veriyor ölüm dolu bu günde onlara. İlk nefesi alan, kapalı gözlerle, çığlık çığlığa sürünüyor memeye doğru. Memeyi bulamayan basıyor yaygarayı. Sekizinci bebek ters geliyor. Önce kafası, sonra ayakları… Veterinere ihtiyaç kalmıyor yine de… Diğerlerine göre biraz daha uzun sürse de, doğuyor bebek. Dokuzuncu yavrudan sonra kızım bitkin, yatıyor. Yaşayan ve bağırıp duran sekiz bebek var. Yavruları sokuluyor kızıma. Yarı kapalı gözlerle teşekkür eder gibi bakıyor bize. Bir süre sonra kendisini ve odayı temizlemek için dışarı çıkmasını söylüyorum. İkimize bakıp, yavruların üstüne tecrübesizce kapaklanıyor. Kaldıramıyoruz olduğu yerden. Beş buçuk senedir elimde büyüyen kızım değil bunu yapan. Bebeklerini korumaktan başka hiçbir şeyi gözü görmeyen anne, annesini dinlemiyor tabii ki. “Tamam kızım,” diyorum ve onun istediği gibi, o odadayken hızlı bir temizlik yapıp, sıcak yataklarında baş başa bırakıp anneyle bebeklerini, çıkıyoruz odadan. Evde daha önceden olmayan bir koku var. Bebek, süt, köpek karışımı; yanımda, minik bir kutuda taşımak isteyeceğim bir koku. Eşimle yorgun, bitmiş ama rahatlamış bir halde uzanıyoruz yatağa. Bebekleri düşünüyorum, babaannemi düşünüyorum. Belki kendi kendime avunuyorum ama, giderken bana bu bebekleri hediye bıraktığı duygusuna kapılıyorum. Gideceği günü özellikle seçmiş gibi… Hatırlıyorum, ölümün olduğu yerde hayatın olduğunu, hayatın olduğu yerde ölümün durduğunu. Tek bir nefesin ne demek olduğunu hissediyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum. Bir an babaannemin kokusu geliyor burnuma, kaçırmak istemiyorum, derin çekiyorum içime. Babaanneme gülümseyerek kapatıyorum gözlerimi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder