Yarıyıl tatiline
girmeden önceki son gün, son dersler, karne heyecanı. Çocukluğumuzun silgi kokulu sınıflarından kalma bu duyguyu bir öğretmen olarak hala duyabiliyorum ve
bunu eski anı raflarımın arasında tutarken, artık karneyi alan değil veren olsam
da bir okulda öğrenciler arasında bugünün tadını çıkarıyorum. Etrafı
seyrediyorum, çocukların karne hediyeleri konuşmalarını, heyecanla anlattıkları
tatil planlarını dinliyorum. Düşünüyorum. Ne tatlı geliyordur koca bir okul
dönemi sonrasında anneanneye, babaanneye, dedeye karneyle koşmak. Karne
hediyesi telaşına giren anne babaları düşünüyorum. Geçmişte çocuklarına karne
hediyesi diye kedi, köpek aldığına şahit olduğum birkaç anne baba geliyor
aklıma. Yine bununla ilgili bir şeyler yazasım geliyor, kızıyorum, ben
köpekmişim de bir hediye paketine sarılıp, kurdeleyle benimle tam ne yapacağını
bilemeyen ama yine de sevinçten deliye dönen bir insana sunulmuşum gibi
kızıyorum.
Ne yazacağımı ve neden yazacağımı bilmiyorum. Çünkü herkes yine
bildiğini okuyacak diyorum. Sonra ben yine de yazayım, belki bir kişi görür ve
bir tanesine engel olurum diyorum. Törenin ortasında bahçeye çıkıp
ÇOCUKLARINIZA KARNE HEDİYESİ OLARAK HAYVAN ALMAYIN. ONLARI EŞYA GİBİ
GÖRMELERİNİ SAĞLAMIŞ OLUYORSUNUZ BUNU YAPARAK. ONLARIN SİZDEN BİR FARKI YOK!
ALMAK İSTİYORSANIZ BARINAKTAN ALIN VE BUNUN ADINI KARNE HEDİYESİ KOYMAYIN! diye bağırmak istiyorum ama sonra bunun delice
bir hareket olacağını ve herkesin hareketime takılıp, ne dediğimi tam
dinlemeyeceklerini düşünüyorum. Sonra benim de arkamdan Panter Cemile falan diye alay edecekler. Hem bu konuşmayı çok uzun buluyorum. İnsanların
artık uzun cümlelere, konuşmalara katlanamadıklarını hatırlıyorum. Sonra
çocuklarına alacak hediye bulamayanlara bir hediye listesi önerisi yapmayı
düşünüyorum. Kitap, defter, oyundan başka bir şey gelmiyor aklıma. Ben bunu
yazayım en iyisi, insanlar bunun altına yorumlarla hediye önerirler belki,
belki de kendi aldıklarını yazarlar diyorum. 19 Ocak, 2018
04 Aralık, 2016
BUGÜN KİTAPLARDAN PINAR KÜR, SADIK BEY
Başaramadın mı Sadık Bey? Yo, hayır, koşullandırmıyorum
seni. Soruyorum yalnızca. Yaşamayı beceremedin mi? Ertelemek mi? Bana pek
ertelemişsin gibi gelmedi. Daha çok vazgeçmişsin gibi. Kendinden evet. Biranı
alıp neşeyle oturduğun masadan, ellerini uçurarak anlatacağın hikâyelerden,
gözlerinin içine baktıkça çoğaldığın kadından, onun ceplerinde duran ellerini
tutmak için duyduğun kaygı ve heyecandan, doğurganlığından, okumaktan,
güvenmekten, insanlardan, duyduklarından, tiyatrodan, yaralanmaktan, yazmaktan,
düşünmekten, okumaktan, anlardan, tutkularından, şiirden… Duyamadım… Ayrıntılar
mı? Hayır, ayrıntılarda boğulmuş olman diğer her şey gibi bahane.
Pınar Kür
ustaca sıyırmış seni ayrıntılarından. Pek çoğunu okura bırakmış, seni kurban
etmemek adına; ya da kendisi de bıkmış, usanmış senden. “Printout”larınla seni baş
başa bıraksa daha mı iyi olurdu; sahteliklerle sarılmış ama sarsılmamış
dünyanda öyle yaşayıp giderdin de, kurumsal kurumsal. Kurumsal uyanır, kurumsal
kahvaltılar eder, kurumsal kazıklanır, kurumsal kazıklardın sıra sana
geldiğinde. Üstünü raporlar, altını baskılardın ki ara ara, var olabil.
Varoluşunun özüne işlediğine göre, bunlarsız bir hiçsin ne de olsa. Fakat Pınar
Kür böylesine basitliği ve normalleşen izansızlığı pek çok insanın yaptığı gibi
çiğneyip, yutamamış olacak ki, senin öylece yaşayıp gitmene durmayacağını bile
bile dur demek istemiş. Belki de farkında olsan da, rahat etmesen yeter ona.
Sadık Beyleri, çıkar ilişkileriyle örülü ağında öylece, - pek başarılı olamasa da-
normal normal yaşayıp giderken, ensesinden tutup cehenneminin derinliklerinden
çıkarıvermiş; kurtarma hayaliyle değil, tepeden birkaç saat nerede durduğunu
seyretsin diye. Evet, sizden bahsediyorum. Size ‘siz’ ya da ‘kendileri’ diye patron patron hitap edilmesinden
hoşlanmazken ve bu duruma eleştirel yaklaşırken bile bundan beslenmediniz mi
efendim? Evet, diğerleri gibi… Vazgeçtiklerini, unuttuklarını bile unutan
yığınlar gibi, Sadık Beyler de gündelik ve geçici ve yalan ve kendi yarattığı,
paçalarından kurumsallık akan değerlere ve doğrulara sırt yaslamışlardı ne de
olsa. Tek çıkış yolu arada bir uğradığın meyhane miydi? Yalnızlığını ve geç
kalmışlığını en çok burada hissetmiyor muydu oysa? Kendisine pek çok soruyu
sormaya da burada başlamadı mı? Gençliğinden kalma bu yer, aslında özünden,
kendisinden Sadık Bey’e kalan tek şey değil miydi? Öz kızını bile kendisinden
görmezken, bir meyhanenin alt katında bulmadı mı benliğini? Burası da olmasa
erkenden delirirdi belki de; belki de burası olmasa hiç delirmez, hatta hiçbir
şeyin farkına varmadan, daha mutlu yaşayıp giderdi. Orta halli kentlinin
kendinden uzaklaşmasına, sistemin ve bireylerin bundaki payına değinirken,
bireylerin dolayısıyla toplumun kentine yabancılaşmasına ve bunun için güdülen
politikaya da satır aralarında değiniliyor. Aralarındaki ailevi durumlardan,
maddi şartlar ve karakterler özelliklerine kadar her konuda böylesine farklı
olan iki dostun (!) özünde çıkarlara dayalı ilişkilerinin acımasız şirketler
dünyasında bulduğu yer ve yansıma işlenirken, kadınlara karşı benimsedikleri
aşağılayıcı tutum ve kullandıkları eril dil belki de tek ortak yanları olarak
vurgulanıyor. Sadık Bey, Semiramis, Perim Hanım ve Ertuğrul Beyler koca bir
toplumu özetlerken, Pınar Kür’ün yüreği Sadık Bey’in hayatından kısa kesitlere
dayanabilmiş sanki. Açmayı planladığı ve oraya kondurduğu pek çok kapıyı kapalı
bırakmış gibi. Okura bir alan bırakma çabasının yanı sıra, Sadık Beylere
soruyor adeta: Senin hayatından bir hikaye çıkar mı? Şiirin, tiyatronun,
nicelikten ziyade niteliğin ve aşkın peşinden insanların gereksiz romantizmle
yeterince suçlanıp ve hatta bolca aşağılanıp, yaşı gelince irili ufaklı
şirketlerde hizaya getirildiği, gün içinde kendi kendisine kalıp on beş dakika
düşünmeyen bireylerden oluşan toplumun hikayesi olur mu? Efendim? Yine
duyamadım. Yo, hayır Sadık Bey, kendi kendimle değil, seninle konuşuyorum.
İHSAN BEY'İN DÖNGÜSÜ
Büyük annesinden kalma dev, hasır koltuğa çocukluğundan bu
yana bildiği huzur dolu gıcırtılar arasında bıraktı kendini. Gözleri yanıyordu.
Az önce bırakmıştı ağlamayı. Eski eşi çaya uğrayıp, “Ağlamayı bırak, İhsan”
deyince hemen bırakmıştı ağlamayı. Yirmili yaşların başlarında evlenmişler,
kırklı yaşların başında ise boşanmışlardı. Ne zaman konuşmaya, dertleşmeye
ihtiyaç duysalar birbirlerinin arkasında duran, birbirlerini dinleyen, anlamaya
çalışan iki arkadaş olmuşlardı. Derya Hanım şarabı ucuz ve güzel bir memlekette
gezinirken, aklına İhsan Bey gelmiş, “Şarap getireyim mi sana?” diye sormak
için onu aramış; İhsan Bey’in “İstemez,” deyişinden bir derdi olduğunu
anlamıştı. İki gün sonra İstanbul’a döner dönmez, kendisini davet ettirip çaya
uğramış, onu bir saat kadar dinlemiş, sonunda: “İnsanlar böyle. Ağlamayı bırak,
İhsan,” demişti.
Şimdi İhsan Bey koltuğuna oturmuş, sözcüklerin kaypaklığını
düşünüyordu. Hatta öfkeyle yalancı olduklarını, kendisi doğru söylese de
sözlerinin kendisine asla sadık kalmadıklarını düşünüp, bu çözümsüz girdaptan
bir çıkış arıyordu. Altmış üç yaşına yeni girmişti ve bu yaşına kadar başına ne
geldiyse yanlış anlaşılmadan gelmişti. Yıllarca matematik öğretmenliği yapmıştı
ve şimdiki işi ise ders kitaplarına matematik soruları yazmaktı. Bunun yanı
sıra iki arkadaşıyla ortak açtığı, çocukluk hayali kafeyi işletiyordu. Üçüncü
köprü inşaatı yüzünden kesilen ağaçlar, çevreye verilen zarar, çevrecilik
üzerine günlük bir sohbet esnasında, İhsan Bey şakacı tonuyla, “Ben çevreye
zarar vermemek için çocuk bile yapmadım,” demiş, üçer çocuğu olan iki arkadaşı
bu cümleden “Siz çocuk yaparak çevreye zarar verdiniz. Ayrıca sizin çocuklar
zarar ziyan,” gibi anlamlar çıkarmış, bozulmuşlardı. Birinci arkadaş o kadar
tepkili olmasa da, ikinci arkadaş kendisini yanlış anlamasın diye tepkili
davranıyor; iki arkadaş birbirleriyle konuştukça aile hayatları ile ilgili
sürekli bir aşağılamaya maruz kaldıklarından daha da emin oluyor, daha önceki
yanlış anlamalarla da bunu birleştirince iyice öfkeleniyorlar, bunu İhsan
Bey’den uzaklaşarak gösteriyorlardı. Sonunda aralarında bu konularla ilgili bir
tartışma tatsız bir noktaya ulaşmış, İhsan Bey’le yollarını ayırmaya karar
vermiş, kafenin menüsünü de değiştirmiş, İhsan Bey’in saçma fikirlerinden de
böylece kurtulmuşlardı. Daha önce yaptıkları tartışmalardan örnek verip, bir
süre daha İhsan Bey’i eleştirmeye devam etmişler, örneğin “Ben öyle zırt pırt
ev eşyası almayı sevmem. Yirmi yıldır aynı koltuğu kullanıyorum.” Cümlesinin
altında yatan imayı yeni anlayabilmişlerdi. “Bizim salon salamanjemizi aşağı
görüyor adam düpedüz. Biz de kendimiz beğenip almadık ya zaten,” ; ardından
“Adam kendini Oğuz Atay, Vedat Türkali falan sanıyor. Zaten bir kendisi en iyi
bilir!” gibi yorumlar yapıp, birkaç ay daha birbirlerini öfkelendirdikten sonra
olayı unutup gitmişlerdi. Yine de kazara arkadaş ortamında adı geçerse,
kaşlarını çatmayı ihmal etmiyorlardı. Başka pek çok yanlış anlaşılma hikâyesi
vardı tabii, ama bir kaçı gerçekten hayatını değiştirmişti. Eski çalıştığı
yerlerden birisinde temizlikçilerin hakları ve zorluk alanları üzerine birkaç
sunum yapması üzerine bazı meslektaşları onun anarşist bir örgüte üye
olduğundan emin olmuşlar ve bu söylentiyi yayarak o işyerinde barınmasına izin
vermemişlerdi. Bu olayı duyan bazı arkadaşları solcu olduğuna kanaat getirip,
ondan uzak durmuşlardı. Solcu arkadaşları ise onun tam neyci olduğunu
anlayamadıklarından kendisine temkinli davranıyorlardı. Kuran-ı Kerimi
okuduğunu ve kısmen mantıklı da bulduğunu söylediği için ona “koyu dinci” diyen
bir arkadaşına “Beni hiç bu kadar hızlı etiketleyen olmamıştı, Kuran okuyarak
dinci mi olunuyor? ” dediği için dinsiz diyenler de olmuştu. “Kuran-ı Kerime
hakaret etti”, diyerek kendisiyle görüşmeyi kesen bir üniversite arkadaşı vardı
bu olaydan dolayı. Bu arkadaşının tanıdığının da olduğu bir işyerinde
çalışmıştı daha sonra. Burada da çok sıkı bir arkadaşlık kurduğu, sohbetine
doyamadığı kantin çalışanı kızla kendisini yakıştırmaya karar veren birisi
yüzünden hayatı bir dönem zindana dönmüştü. Kızla bir yemek arası çay içtikten
sonra, müdür beyin odasına davet edilmiş, duyduklarına inanamamış ve bu işten
ayrılma kararı almıştı. Müdür, “Evli barklı adama yakışır mı? Hem de küçücük
kızla!” diye bağırmaya başladığında, İhsan Bey’in bahsedilen konuyu anlaması birkaç
dakika sürmüştü. Böyle bir lafı yayanın eski arkadaşının arkadaşı olduğundan
şüphelenmiş, sonra severek sohbet ettiği, her gün ailesinden ve işinden şikâyet
eden koca Sevval’in bu lafı yaydığını öğrenip, epey bozulmuştu. Çünkü Sevval’e
iriliğinden ötürü herkes koca Sevval diye seslenirken, kendisi “Saçların çok
güzel olmuş,” “Ooo, bugün ne kadar da şıksın,” gibi, neşelendirmek namına
iltifat ederdi. Sevval tüm bunları müdüre “Zaten adam hepten sapık!” diye
aktarınca iş büyümüş, müdür de onu bu iş yerinde barındırmamaya karar vermişti.
Eve canı sıkkın dönüp, olayı eşine anlattığında, Derya Hanım, “İnsanlar böyle
İhsan, -kadın erkek yan yana durursa başka şey vardır. Karşı cinsle dostluk
yalandır-, deyip dururlar hep. –Aralarında bir şey olmasa da, akıllarında
vardır- derler. Kendi zihinlerindeki pisliği de böyle böyle yansıtır, başka
yüzlerde kendilerini bulur bu gibiler,” diyerek onu üzüntüsünden kurtarmaya
çalışmıştı. Sonradan öğrenmişlerdi ki, kantinci kız da fingirdek olduğu
gerekçesiyle işten çıkarılmıştı.
Her yanı üzüntü dolu, koltukta öylece otururken düşünüyordu
bir yandan. ‘Ne desem, ne yapsam olmuyor! Herkes neyi nasıl biliyorsa, benim
sözümü, davranışımı bir türlü eviriyorlar!’
Şu hayatta ne geçim kavgası, ne şehrin yıpratması, ne de aşkları bu yaşına kadar böyle yormuştu onu. ‘Sussam mı acaba?” dedi, kendi kendine. “Hepten sussam yani, konuşmasam. Bir nevi küssem insanlara… Kimseyi görmeden yaşarım, öyle. Derya gelir arada. Dertleşiriz. Başka kimseye güvenilmez zaten…Evet, evet, kesinlikle bunu yapmalıyım.” Saate baktı. Yük taşımış gibi yorgundu ama sokaktaki kedilerin, köpeklerin mama saati gelmişti. Poşetlerini alıp, şöyle birkaç tur mahalleyi gezmesi gerekiyordu bu saatte. Hepsini aynı anda taşıyamadığından eve birkaç kez geri dönüyordu mecburen. İki sokak öteye varmıştı ki, genç bir kız yanından geçerken durup, kedilerle konuşmaya başlamıştı. Üniversite öğrencisi olmalıydı, ya da İhsan Bey’e öyle geldi. Kız dönüp, “Ben de bazen akşamları dağıtıyorum ama sayıları dün azalmış gibi geldi, “dedi. İhsan Bey, “Yaa, sayayım bir bugün. Ben de her öğlen çıkıyorum mama için, ama daha yeni başladım bugün,” dedi. Kız gözleri ışıldayarak, koca bir gülümsemeyle “Öyle mi? İsterseniz öğlenleri gelir yardım ederim, evden çalışıyorum ben, bu saatte ara veririm hem. Bugün tesadüf oldu, markete gidecektim de… İki dakika bekleyin isterseniz, beraber taşıyalım şunları da…” deyip, karşıdaki markete, sonra hemen karşıdaki apartmana girdiği gibi çıktı ve birlikte mamaları dağıtmaya başladılar. Yürürken bir yandan kedileri sayıp, diğer yandan havadan, sudan, mahalle sakinlerinden, onların doğum zamanından ve köpek mamalarının pahalılığından konuştular. İhsan Bey nedense hemen güvenmişti ona. Az önceki üzüntülerini, insanlığa olan büyük nefretini, büyük susma kararını anında unutmuştu. Tüm bunları hiç yaşamamış gibiydi. Fakat daha önce bu anı yaşamış gibiydi. Bu düşünce içini gıdıklamadı bile. Evine dönüp, büyük annesinin koltuğuna oturduğunda, yeni bir arkadaş edindiği için mutlu ve sevgi doluydu sadece.
Şu hayatta ne geçim kavgası, ne şehrin yıpratması, ne de aşkları bu yaşına kadar böyle yormuştu onu. ‘Sussam mı acaba?” dedi, kendi kendine. “Hepten sussam yani, konuşmasam. Bir nevi küssem insanlara… Kimseyi görmeden yaşarım, öyle. Derya gelir arada. Dertleşiriz. Başka kimseye güvenilmez zaten…Evet, evet, kesinlikle bunu yapmalıyım.” Saate baktı. Yük taşımış gibi yorgundu ama sokaktaki kedilerin, köpeklerin mama saati gelmişti. Poşetlerini alıp, şöyle birkaç tur mahalleyi gezmesi gerekiyordu bu saatte. Hepsini aynı anda taşıyamadığından eve birkaç kez geri dönüyordu mecburen. İki sokak öteye varmıştı ki, genç bir kız yanından geçerken durup, kedilerle konuşmaya başlamıştı. Üniversite öğrencisi olmalıydı, ya da İhsan Bey’e öyle geldi. Kız dönüp, “Ben de bazen akşamları dağıtıyorum ama sayıları dün azalmış gibi geldi, “dedi. İhsan Bey, “Yaa, sayayım bir bugün. Ben de her öğlen çıkıyorum mama için, ama daha yeni başladım bugün,” dedi. Kız gözleri ışıldayarak, koca bir gülümsemeyle “Öyle mi? İsterseniz öğlenleri gelir yardım ederim, evden çalışıyorum ben, bu saatte ara veririm hem. Bugün tesadüf oldu, markete gidecektim de… İki dakika bekleyin isterseniz, beraber taşıyalım şunları da…” deyip, karşıdaki markete, sonra hemen karşıdaki apartmana girdiği gibi çıktı ve birlikte mamaları dağıtmaya başladılar. Yürürken bir yandan kedileri sayıp, diğer yandan havadan, sudan, mahalle sakinlerinden, onların doğum zamanından ve köpek mamalarının pahalılığından konuştular. İhsan Bey nedense hemen güvenmişti ona. Az önceki üzüntülerini, insanlığa olan büyük nefretini, büyük susma kararını anında unutmuştu. Tüm bunları hiç yaşamamış gibiydi. Fakat daha önce bu anı yaşamış gibiydi. Bu düşünce içini gıdıklamadı bile. Evine dönüp, büyük annesinin koltuğuna oturduğunda, yeni bir arkadaş edindiği için mutlu ve sevgi doluydu sadece.
08 Haziran, 2016
BUGÜN KİTAPLARDAN FERİT EDGÜ, "KİMSE"
-Neyin hikâyesi bu?
-Birileri arasında
konuşuyor. Bak, böyle diyaloglar diyaloglar…
-Kaç kişi konuşuyor
yani? Birileri kim?
-İki kişiler. Diyalog
işte. Bir çift arasında geçiyor. Ya da monolog… Bir kişiyle aynı kişi arasında
geçen tartışmalar, konuşmalar, gülüşmeler.
-Nasıl yani? Deli
miymiş?
- Nasıl yani nasıl?
Delidir belki, belki de yalnızdır. Belki yalnızlıktan delirmiştir adam, kendi
kendisine konuşuyordur. Belki de yalnızlıktan delirmemek için kendi kendisine
konuşuyordur. Belki kendi kendisine konuşmuyordur canım, bize öyle gelmiştir.
Belki biz hepimiz deliyizdir de, o akıllıdır. Ama Sel Yayınlarından çıkmış, 127
sayfalık kitabın arka kapağında şöyle bir yazı var:
“Bir karakış boyu,
ülkemizin doğusunda Hakkâri’nin 13 haneli, 114 nüfuslu Pirkanis adlı dağ
köyünde, anmak, anımsamak, anlamak, sormak, karşılık aramak, ayakta kalabilmek
için sürdürülen yalnızlık konuşmaları.”
-Arka kapakta yalnızlık
konuşmaları diyor ama iki kişi, birlikte yalnız olamaz mı?
-Hayır, efendim,
söyledim ya, adam yalnız, içinde birden fazla kişi var, adamın başına
üşüşmüşler işte, susmuyorlar.
-Adam olduğunu nerden
bildin?
-Bilmem, öyle geldi
bana.
- Hep öyle olur zaten.
- Cinsiyetçiliği falan
bırak şimdi, cümlelere bak, üsluba bak:
"yünlerin kokuları
ağaçların zamanları
dönen dolapların
girdapları
bir mırıltı gibi
yansıyor bizde.
Yazgımız bu."
10 Nisan, 2016
BUGÜN KİTAPLARDAN MARY SHELLEY, “FRANKENSTEIN YA DA MODERN PROMETHEUS”
(SPOILER VAR AMA ZATEN BİLİYORSUNUZ BENCE=)
Bir
zamandır ülkede olanlar, maruz kaldıklarımız, dinmeyen ve hiçbir yere
akıtamadığımız ve kendisiyle yaşamayı bir anlamda öğrenmekte olduğumuz öfke
duygusu yüzünden, hala bir yerlere gitmemiş olan çoğunda olduğu gibi bende de
baş gösteren, “Nerelere saklansam,” “başka diyarlara mı gitsem,” “insan
görmeden nasıl markete giderim,” “insanlarla vakit geçirdikçe onları daha da
sevmiyorum,” gibi başlıklara ayırabileceğimiz haleti ruhiyelerin derinden
vurduğu bir an aldım bu kitabı elime. Bu aralar tam da bu nedenden biraz
fantastik, biraz bilim kurgu, bazı bazı da tarih kitaplarına gidiyor elim. Okumak
istediğim, fakat hikayesini biliyorum duygusuyla ertelediğim kitaplardan
Frankenstein’a böylece başladım. Şöyle bir kaç sayfa okuyayım derken
bırakamadım elimden kitabı.
Kitabın
giriş kısmında verilen bilgiye göre Mary Shelley ve birlikte seyahat ettiği bir
grup arkadaş birbirlerine geceleri ateş başında o anda uydurdukları korku
hikayeleri anlatırlarmış. Hep birlikte İsviçre’de oldukları bir sırada birkaç
arkadaş başka bir yerlere daha uzanmak isteyince bir süre ayrılmaya karar
vermişler ve şöyle bir anlaşma yapmışlar. Bir arada değillerken herkes bir
hikaye yazacak ve sonra birbirleriyle paylaşacaklar. Bu yolculuk sonunda ortaya
çıkan tek kitap Frankenstein olmuş.
Kitabın
basitleştirilmiş, sadeleştirilmiş pek çok versiyonu var. İlk kez 1818’de çıkan
kitap 1850’de değiştirilmiş (düzenlenmiş ya da basitleştirilmiş) ve Türkçe’ye
çevrilmiş olan farklı farklı versiyonların orijinali ile ne kadar ilgisi var
bilmiyorum. Fikrimce Can Yayınları’ndan çıkan, Osman Akınhay’ın çevirdiği 272
sayfalık versiyon denenebilir. Ben e-book olarak metnin 1818 yılında yazılmış
versiyonunu orijinal dilinde okumak istedim çünkü böyle bir kitapta en merak
ettiğim şey dildi. İyi ki çevirisini okumamışım dedirtecek bir anlatımla karşılaştım desem oldukça indirgenmiş bir ifade olur. Pek nadir bir keyifti
okurken duyduğum. İnanılmaz dil beni kitapta ilk saran unsur oldu, en başlarda
kurgudan ziyade o büyüledi beni. Kitabın ilk hali 3 ciltten oluşuyor. Birinci
kitap Robert Walton’ın kardeşi Margaret’e yazdığı mektuplarla başlıyor ve
Arktik açıklarında, buz kütleleri arasında buldukları Victor Frankenstein’la
diyalogları ile başlıyor bildiğimiz hikaye. Pek çoğu Frankenstein’ı yaratık
sanıyor, fakat Frankenstein yaratığı yapan kişi. Kitap boyunca ona bir
isim verilmiyor, yaratık canavar olarak anılıyor genelde. Birinci kitapta
Frankenstein’ın mutlu çocukluğu, ailesiyle birlikte yaşarkenki hayatı, doğa
bilimleri okumak için üniversiteye gidişi ve üniversitede bu deneye karar verme
sürecini ayrıntılı bir şekilde görüyoruz. Victor ölü beden parçalarını
birleştirip, bu bedene hayat vermek, bir canlı yaratmak isteğiyle yanıp tutuşmaktadır.
Canını dişine takar; 2 sene kadar gece gündüz çalışır laboratuvarında. Başka şey
düşünemez halde tüm zihnini, vaktini ve enerjisini deneyine verir. Çalışmaktan
yemek yemeyi unutup, uykusuz kalıp kilo verse de, can vereceği muazzam yaratığa
olan aşkı ve deneyinin başarıya ulaşacağı anın hayali ayakta tutar onu. Bir gün
yaratığı gözlerini açıverir; başarmıştır işte sonunda! Tam sevineceği yerde
Victor, yüzüne bir insanın asla bakamayacağı derecede çirkin ve iğrenç bu
yaratıktan ölesiye korkmuş, tiksinmiş ve mide bulantısıyla kaçmıştır oradan.
Uzun süre hastalanıp, yataklara düşerek,
bir laboratuvar malzemesinin bile adını duymaya katlanamadığı günler geçirmiştir,
yaratığının nerede olduğundan bihaber. (Pek de umurunda değildir bu, kendisi
görmesin yeter.) Birinci kitap bittiğinde olay örgüsünün yanı sıra dil ve
üslupla sarsılmıştım gerçekten. Pek çok şiir kitabında bulamadığım bir tat bulmuş,
son derece etkilenmiş, kendim de acayip acayip cümleler kurmaya başlamıştım.
İkinci kitapta yaratıcısı tarafından öylece unutulan canavar Frankenstein’ın
karşısına geçip de “Benimle konuşmak zorundasın. Beni sen yarattın! Yaratıcım,
tanrım bile benden iğrenip, korkup kaçarken diğer insanlardan nasıl yakınlık ve
sevgi bekleyebilirim? Madem beni yarattın, o halde şimdi benim hikayemi
dinlemelisin,” gibi şeyler söyler ve Frankenstein’in kendisinden kaçtığı andan
o güne dek yaşadıklarını, bir bebek gibi dünyayı, konuşmayı ve başka şeyleri
nasıl öğrendiğini, başına gelen her şeyi anlatır. İkinci kitabın neredeyse
tamamı canavarın anlatımıdır ki, adeta bir felsefe kitabı niteliğindedir. Benim
için bir başucu kitabıdır, asla kurgudan ibaret değildir. Her şeyden önce insan
denen varlığa şöyle bir dışarıdan bakma fırsatı verir. İkinci kitap
Frankenstein ve yaratığın büyük karşılaşmasından sonuca kadar olan süreyi
kapsar. Bu konuşmada yaratık kendisini gören herkesin ya çığlıklar atarak
kaçtığını ya da kendisine saldırdığını, kimseden sevgi ya da arkadaşlığa dair
hiçbir şey göremediğini, insan denen varlıktan artık nefret ettiğini, içinde
bulunduğu yalnızlığın kalbini kızgınlık ve kötülük ile doldurduğunu söyler ve
Victor’dan kendisi gibi bir yaratık daha yapmasını ister. Birlikte sevgiyle yaşayabilecekleri,
konuşabileceği bir kadın yaratık yaratırsa sonsuza dek onunla saklanacağına, bir
daha asla kimseye görünmeyeceğine söz verir. Bunu yapmazsa Victor’ın sevdiklerini
elinden alacaktır. Üçüncü kitapta verilen sözlerden sonra Victor’ın içine
girdiği süreç, ikilemler, kendisiyle hesaplaşması, insanoğlu ve bencillikleri
işlenir Mary Shelley’nin muazzam cümleleriyle. Onca sembol, onca metafor
arasında zıplaya hoplaya okuduğum hikaye bittiğinde, bu zamanın ötesindeki
kitabı daha önce nasıl okumamışım dedim. Gotik korku olarak yazılmış ilk
İngilizce roman imiş kendisi. Hikayeyi bilseniz de, filmini
izlemiş olsanız da, ilk versiyonunu bulup okumanızı tavsiye ederim. Kitabın ilk halini www.amazon.com sitesinden, “Mary
Shelley, Frankenstein 1818”
diye aratarak bulabilirsiniz. E-book versiyonu amazonda ücretsiz. İyi okumalar!
15 Kasım, 2015
BUGÜN KİTAPLARDAN JOSÉ SARAMAGO, KÖRLÜK
Burada mutlaka her şeyi
değiştirecek bir olayın gerçekleşmesi gerekiyor.
Siz bize tüm detaylarıyla bunları anlatırken, her birimiz
farklı farklı neler hayal edebiliriz, ne kadar öteye gidebiliriz, bilmiyorum.
Zaten her şey daha ne kadar ileriye gidebilirdi ki? İlk kör olan karakteriniz, doktorla olan bir diyaloğunda sanırım bana cevap veriyor Sayın Saramago.
Hangisi olduğunu söyleyeceğim, evet:
-“Siz iyimser bir insansınız, doktor.”
-“Ben iyimser değilim ve bu yaşadıklarımızdan daha kötüsü
olabileceğini düşünmüyorum.”
-“Bana gelince ben kötü yürekliliğin ve kötülüğün bir sınırı
olabileceğini sanmıyorum.”
(Canım bağlamımdan dışarılara çıkmam pahasına da olsa, diyaloğun devamını yazmalıyım ki güzelim anlam gitmesin.)
-“Belki de siz haklısınız,”dedi doktor. Sonra kendi kendine
konuşur gibi,
-“Burada mutlaka her şeyi değiştirecek bir olayın
gerçekleşmesi gerekiyor.”
Söz konusu insansa işlerin o kadar da olmazı yok. Söz konusu
insansa medeniyet bir göz bakımı kadar yakın patlamaya. ( Bakım kelimesiyle
tabii bakmaktan bahsediyorum, araba bakımı gibi olan bakım değil, lütfen). Ne
de olsa insan yapımı değil mi hepsi? Medeniyet hiç dişi kalmamış ölü bir
canavar mı acaba? Biz ise bir animasyon filmi karakterlerinin gözleri, elleri
hatta! Marketlerden aldığımız yiyecekleri, dit dit sesleri eşliğinde kasalardan
geçiren kasiyerler, mini mini patatesleri, soslu dev hamburgerleri bize sunan,
yeri gelince kül tablalarımızı nezaketle boşaltan garsonlar, düğmelerine basıp
açtığımızda televizyonlarda gördüğümüz ve pek çoklarının hayranlıkla baktığı
bizleri yöneten, adımıza kararlar alan, daha az kötü görmemelerine rağmen
nedense düzeni sağlamakla yükümlü her şeyi daha iyi bilen ağbiler, ablalar,
(Kızmayın Sayın Saramago, kişiler demek istedim ama olmadı; yalnızca ağbiler
demediğime şükredin lütfen), bilgisayarımız ve benzeri cihazlar aracılığı ile
iletişim kurduğumuz arkadaşlarımız, çocuklarımız ve anne babalarımız, tabii
öğretmenlerimiz ve müzisyenler ve ressamlar, yani sanatçılar ve düşünürler ve
göz doktorları aslında körler, ama farkında değiller, yani farkında değiliz.
İlk fark edenler kitabımızın kahramanları olduğu için onlarla vakit kaybetmeden
konuşmalıyız bence. Yani tedbir almak açısından değil sadece; nasıl bir beyaza
düşeceğimizi, kör eden parlak ışığı onlardan dinlemekte ve deneyimlerini
duymakta fayda var. Bunu size kanıtlayabilirim. Sayın Saramago, bana yeterince
inanmadıkları için izninizi rica ediyorum; evet, koyu renk gözlüklü kızın cümlesi:
-“Haklısınız, gözlerimiz görmemeye başlamazdan önce bizler
zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti, aynı korku yüzünden körlüğümüz
sürüp gidecek.”
Efendim, Sayın Saramago?... Hayır, abartmıyorum… Neden onca
karakter varken görme yeteneğini yitirmeyen tek kişi sanayım ki kendimi? …
İnsan olduğum için mi? Haklı olabilirsiniz, bizim ailede öğretmenlik hastalığı
var üstelik, genetik. Bir düşüneyim bunu.
NOT: Kitabın Can Yayınlarındaki baskısı tükenmiş olup,
haklar artık Kırmızı Kedi Yayınevindedir. Ancak onlar da kitabı henüz
basmadıklarından piyasada kitap yoktur. Sahaflardan, ya da e-book olarak
erişmek mümkündür. Kırmızı Kedi’ye sorduğumda konuştuğum arkadaş “Sanıyorum bir
sene içinde çıkar.” dedi.
26 Eylül, 2015
BUGÜN KİTAPLARDAN JOSÉ SARAMAGO, ÇATIDAKİ PENCERE (ZAMAN İÇİNDE KAYBOLAN ve BULUNAN KİTAP)
“Tüm ruhların da bütün evler gibi,
Cephelerinin yanı sıra gizli içleri vardır.”
Raul Brandão
“ – Size göre ben doğmadan önce ölenlerden miyim?
–
Başka bir gruptansınız. Daha doğmamış olanlardansınız.
–
Deneyimimi unutmuyor musunuz?
–
Hiçbir şeyi unutmuyorum. Deneyim sadece başkalarına
yararı olduğunda değerlidir. ”
Raflarını tozlandırdığım kitap günlüklerine dönüşüme başlık
olası bir diyalog olduğundan kalın kalın çizilmiştir altı. Ne de güzel durum
anlatan, psikolojik otopsiye varan tahliller yapan / yaptıran yüzlerce
diyalogdan yalnızca bir tanesidir. Baştan aşağı dondurur, düşündürür, okurun
mesafeli duruşunu altüst eder diyaloglar ve düşünce akışları ve her şey öyle
bir olur ki, gündelik akışın, en olası zincirin arasından beklenmedik bir anda
patlama yırtılıverir, şaşkınlıkla çevrilir sayfalar. Tam durulur ve öylece
günler geçer ki, bir anda sıra dışı bir şey olur işten eve döndüğünüzde ve
yarın olsun çabucak, diye beklemeye başlarsınız. Kitapla ve yazarla geç
tanışmam da kitabın kendisi gibi oldu. Öylesine gezerken, aklımda bir
isim, bir liste yokken, elim öylece aldı kitabı, ben değil. Bu tanışma şekli de
kitabın yayımlanma şekline uygun olmuş sanırım.
Yazarın 1953 yılında; 20li yaşlarında yayınevine teslim
ettiği, yazarın ilk kitabı olan dosya için yanıt 1989 yılında kendisi ünlü bir
yazar olduktan sonra gelmiş.
“-Taşınma sırasında bulduğumuz bu metni yayımlamak
yayınevimize büyük onur verecektir,” şeklinde gelen yanıt için telefon
çaldığında tıraş olmakta olan Saramago, yayınevine “-Teşekkür ederim, şimdi
olmaz.” diyerek karşılık vermiş. Türkiye’de yayımlanmasına vesile olan
Kırmızı Kedi Yayınevinden çıkan kitapta çevirisi bulunan, José Saramago Vakfı
Başkanı, Pilar Del Rio’nun yazmış olduğu önsözün demesiyle Saramago “İtirazının
nedeni olarak bir sürü kez yazdığı ve dile getirdiği yaşam ölçütünden başka bir
açıklama yapmaya gerek görmedi: Kimse kimseyi sevmek zorunda değildir, ama
hepimiz birbirimize saygı göstermek zorundayız. Bu mantığa göre Saramago’ya
kalırsa hiçbir kurum eline ulaşan metinleri yayımlamak zorunda değildir, ama
günlerce ve günlerce, aylar boyunca sabırsızlık ve hatta huzursuzlukla yanıt
bekleyen kişiye o yanıtı vermek zorundadır çünkü yayınevine teslim edilen o
kitap, o taslak bir harf yığınından ötedir, içinde tüm aklı ve duyarlılığıyla
bir insan barındırır.”
Kitap bir apartmanda bulunan altı dairenin içindeki
yaşantılara götürüyor bizleri. Bu evlerde yaşanan ayrı hikayeler, birbiriyle
hiç ilgisi olmayan, hem sıradan hem sıra dışı karakterler ve olaylar, özellikle
diyaloglar arasında geziniyoruz. Hayır! Hikayeler sonunda birbirine
bağlanmıyor! Sonunda bir yerlere varma yerine varamama derdi taşıyor gibi
görünen yazar, evlerde yaşanan olayları zenginleştirmek, renklendirmek yerine
çok katmanlı durumlar, psikolojik çatışmalar ve az olaya derinlemesine dalmış.
Bu çok katmanlılık halinin verdiği bulutların üzerinde koşuyor olma hissi,
beklenmedik bir yere çalınma hareketiyle bölünüyor ya da son buluyor
çoğunlukla.
İstemedikleri hayatlara devam eden, nedeni üzerine
düşündükçe uçsuz zeminlere varan insanlar, hazzın acısıyla ve acının hazzıyla
iç içe geçen ilişkiler, akıl tutulmaları, bambaşka ruh halleri, klasik müzik,
parasızlık, fazla ahlakın getirebileceği ahlaksızlık, ahlaksızın verdiği
biricik ahlak dersi, okura yönünü şaşırtan sorgulamalar, şiddet, tiksinme ve
saf çirkinlik karşısında duyulan tutkunun, hayvani güdünün derinine saklanan
zevk, zaaflar ve her şeyi, hepimizi kurtarmanın tek yolu olan sevgi…
Sıkıştırılmış bu hazinenin içinde bulduğum şeylerin küçük bir kısmı bunlar…
Olay örgüsü ve diyalogların ötesinde, kitabın büyüleyici
dilinin anlatılacak bir yanı olmadığını düşünmekle beraber, bu kadar iyi bir
çeviri yaptığı için çevirmen Pınar Savaş’a teşekkür etmeden geçemiyorum.
Kitabın çeviri olduğunu başından sonuna tek bir kez hissetmedim ve anlatımın en
ağır olduğu kısımlarda dahi, cümleler muazzam lezzetini kaybetmemiş görünüyor.
Geç tanışmaktan üzüntü duyduğum José Saramago'nun bu kitabı
hakkındaki yorumlara hızlıca göz gezdirdiğimde okur kitlesinin bu kitabı
genellikle zayıf bulduğunu gördüm. Bu kitapla başladığım için şanslı olduğumdan
şüphelenmekle beraber, Saramago'nun diğer kitaplarıyla devam etmek için
sabırsızlanıyorum!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)