Başaramadın mı Sadık Bey? Yo, hayır, koşullandırmıyorum
seni. Soruyorum yalnızca. Yaşamayı beceremedin mi? Ertelemek mi? Bana pek
ertelemişsin gibi gelmedi. Daha çok vazgeçmişsin gibi. Kendinden evet. Biranı
alıp neşeyle oturduğun masadan, ellerini uçurarak anlatacağın hikâyelerden,
gözlerinin içine baktıkça çoğaldığın kadından, onun ceplerinde duran ellerini
tutmak için duyduğun kaygı ve heyecandan, doğurganlığından, okumaktan,
güvenmekten, insanlardan, duyduklarından, tiyatrodan, yaralanmaktan, yazmaktan,
düşünmekten, okumaktan, anlardan, tutkularından, şiirden… Duyamadım… Ayrıntılar
mı? Hayır, ayrıntılarda boğulmuş olman diğer her şey gibi bahane.
Pınar Kür
ustaca sıyırmış seni ayrıntılarından. Pek çoğunu okura bırakmış, seni kurban
etmemek adına; ya da kendisi de bıkmış, usanmış senden. “Printout”larınla seni baş
başa bıraksa daha mı iyi olurdu; sahteliklerle sarılmış ama sarsılmamış
dünyanda öyle yaşayıp giderdin de, kurumsal kurumsal. Kurumsal uyanır, kurumsal
kahvaltılar eder, kurumsal kazıklanır, kurumsal kazıklardın sıra sana
geldiğinde. Üstünü raporlar, altını baskılardın ki ara ara, var olabil.
Varoluşunun özüne işlediğine göre, bunlarsız bir hiçsin ne de olsa. Fakat Pınar
Kür böylesine basitliği ve normalleşen izansızlığı pek çok insanın yaptığı gibi
çiğneyip, yutamamış olacak ki, senin öylece yaşayıp gitmene durmayacağını bile
bile dur demek istemiş. Belki de farkında olsan da, rahat etmesen yeter ona.
Sadık Beyleri, çıkar ilişkileriyle örülü ağında öylece, - pek başarılı olamasa da-
normal normal yaşayıp giderken, ensesinden tutup cehenneminin derinliklerinden
çıkarıvermiş; kurtarma hayaliyle değil, tepeden birkaç saat nerede durduğunu
seyretsin diye. Evet, sizden bahsediyorum. Size ‘siz’ ya da ‘kendileri’ diye patron patron hitap edilmesinden
hoşlanmazken ve bu duruma eleştirel yaklaşırken bile bundan beslenmediniz mi
efendim? Evet, diğerleri gibi… Vazgeçtiklerini, unuttuklarını bile unutan
yığınlar gibi, Sadık Beyler de gündelik ve geçici ve yalan ve kendi yarattığı,
paçalarından kurumsallık akan değerlere ve doğrulara sırt yaslamışlardı ne de
olsa. Tek çıkış yolu arada bir uğradığın meyhane miydi? Yalnızlığını ve geç
kalmışlığını en çok burada hissetmiyor muydu oysa? Kendisine pek çok soruyu
sormaya da burada başlamadı mı? Gençliğinden kalma bu yer, aslında özünden,
kendisinden Sadık Bey’e kalan tek şey değil miydi? Öz kızını bile kendisinden
görmezken, bir meyhanenin alt katında bulmadı mı benliğini? Burası da olmasa
erkenden delirirdi belki de; belki de burası olmasa hiç delirmez, hatta hiçbir
şeyin farkına varmadan, daha mutlu yaşayıp giderdi. Orta halli kentlinin
kendinden uzaklaşmasına, sistemin ve bireylerin bundaki payına değinirken,
bireylerin dolayısıyla toplumun kentine yabancılaşmasına ve bunun için güdülen
politikaya da satır aralarında değiniliyor. Aralarındaki ailevi durumlardan,
maddi şartlar ve karakterler özelliklerine kadar her konuda böylesine farklı
olan iki dostun (!) özünde çıkarlara dayalı ilişkilerinin acımasız şirketler
dünyasında bulduğu yer ve yansıma işlenirken, kadınlara karşı benimsedikleri
aşağılayıcı tutum ve kullandıkları eril dil belki de tek ortak yanları olarak
vurgulanıyor. Sadık Bey, Semiramis, Perim Hanım ve Ertuğrul Beyler koca bir
toplumu özetlerken, Pınar Kür’ün yüreği Sadık Bey’in hayatından kısa kesitlere
dayanabilmiş sanki. Açmayı planladığı ve oraya kondurduğu pek çok kapıyı kapalı
bırakmış gibi. Okura bir alan bırakma çabasının yanı sıra, Sadık Beylere
soruyor adeta: Senin hayatından bir hikaye çıkar mı? Şiirin, tiyatronun,
nicelikten ziyade niteliğin ve aşkın peşinden insanların gereksiz romantizmle
yeterince suçlanıp ve hatta bolca aşağılanıp, yaşı gelince irili ufaklı
şirketlerde hizaya getirildiği, gün içinde kendi kendisine kalıp on beş dakika
düşünmeyen bireylerden oluşan toplumun hikayesi olur mu? Efendim? Yine
duyamadım. Yo, hayır Sadık Bey, kendi kendimle değil, seninle konuşuyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder