04 Aralık, 2016

BUGÜN KİTAPLARDAN PINAR KÜR, SADIK BEY


Başaramadın mı Sadık Bey? Yo, hayır, koşullandırmıyorum seni. Soruyorum yalnızca. Yaşamayı beceremedin mi? Ertelemek mi? Bana pek ertelemişsin gibi gelmedi. Daha çok vazgeçmişsin gibi. Kendinden evet. Biranı alıp neşeyle oturduğun masadan, ellerini uçurarak anlatacağın hikâyelerden, gözlerinin içine baktıkça çoğaldığın kadından, onun ceplerinde duran ellerini tutmak için duyduğun kaygı ve heyecandan, doğurganlığından, okumaktan, güvenmekten, insanlardan, duyduklarından, tiyatrodan, yaralanmaktan, yazmaktan, düşünmekten, okumaktan, anlardan, tutkularından, şiirden… Duyamadım… Ayrıntılar mı? Hayır, ayrıntılarda boğulmuş olman diğer her şey gibi bahane. 
                                             
Pınar Kür ustaca sıyırmış seni ayrıntılarından. Pek çoğunu okura bırakmış, seni kurban etmemek adına; ya da kendisi de bıkmış, usanmış senden. “Printout”larınla seni baş başa bıraksa daha mı iyi olurdu; sahteliklerle sarılmış ama sarsılmamış dünyanda öyle yaşayıp giderdin de, kurumsal kurumsal. Kurumsal uyanır, kurumsal kahvaltılar eder, kurumsal kazıklanır, kurumsal kazıklardın sıra sana geldiğinde. Üstünü raporlar, altını baskılardın ki ara ara, var olabil. Varoluşunun özüne işlediğine göre, bunlarsız bir hiçsin ne de olsa. Fakat Pınar Kür böylesine basitliği ve normalleşen izansızlığı pek çok insanın yaptığı gibi çiğneyip, yutamamış olacak ki, senin öylece yaşayıp gitmene durmayacağını bile bile dur demek istemiş. Belki de farkında olsan da, rahat etmesen yeter ona. Sadık Beyleri, çıkar ilişkileriyle örülü ağında öylece, - pek başarılı olamasa da- normal normal yaşayıp giderken, ensesinden tutup cehenneminin derinliklerinden çıkarıvermiş; kurtarma hayaliyle değil, tepeden birkaç saat nerede durduğunu seyretsin diye. Evet, sizden bahsediyorum. Size ‘siz’ ya da  ‘kendileri’ diye patron patron hitap edilmesinden hoşlanmazken ve bu duruma eleştirel yaklaşırken bile bundan beslenmediniz mi efendim? Evet, diğerleri gibi… Vazgeçtiklerini, unuttuklarını bile unutan yığınlar gibi, Sadık Beyler de gündelik ve geçici ve yalan ve kendi yarattığı, paçalarından kurumsallık akan değerlere ve doğrulara sırt yaslamışlardı ne de olsa. Tek çıkış yolu arada bir uğradığın meyhane miydi? Yalnızlığını ve geç kalmışlığını en çok burada hissetmiyor muydu oysa? Kendisine pek çok soruyu sormaya da burada başlamadı mı? Gençliğinden kalma bu yer, aslında özünden, kendisinden Sadık Bey’e kalan tek şey değil miydi? Öz kızını bile kendisinden görmezken, bir meyhanenin alt katında bulmadı mı benliğini? Burası da olmasa erkenden delirirdi belki de; belki de burası olmasa hiç delirmez, hatta hiçbir şeyin farkına varmadan, daha mutlu yaşayıp giderdi. Orta halli kentlinin kendinden uzaklaşmasına, sistemin ve bireylerin bundaki payına değinirken, bireylerin dolayısıyla toplumun kentine yabancılaşmasına ve bunun için güdülen politikaya da satır aralarında değiniliyor. Aralarındaki ailevi durumlardan, maddi şartlar ve karakterler özelliklerine kadar her konuda böylesine farklı olan iki dostun (!) özünde çıkarlara dayalı ilişkilerinin acımasız şirketler dünyasında bulduğu yer ve yansıma işlenirken, kadınlara karşı benimsedikleri aşağılayıcı tutum ve kullandıkları eril dil belki de tek ortak yanları olarak vurgulanıyor. Sadık Bey, Semiramis, Perim Hanım ve Ertuğrul Beyler koca bir toplumu özetlerken, Pınar Kür’ün yüreği Sadık Bey’in hayatından kısa kesitlere dayanabilmiş sanki. Açmayı planladığı ve oraya kondurduğu pek çok kapıyı kapalı bırakmış gibi. Okura bir alan bırakma çabasının yanı sıra, Sadık Beylere soruyor adeta: Senin hayatından bir hikaye çıkar mı? Şiirin, tiyatronun, nicelikten ziyade niteliğin ve aşkın peşinden insanların gereksiz romantizmle yeterince suçlanıp ve hatta bolca aşağılanıp, yaşı gelince irili ufaklı şirketlerde hizaya getirildiği, gün içinde kendi kendisine kalıp on beş dakika düşünmeyen bireylerden oluşan toplumun hikayesi olur mu? Efendim? Yine duyamadım. Yo, hayır Sadık Bey, kendi kendimle değil, seninle konuşuyorum.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder