22 Kasım, 2011

PENCERENİN DİĞER YÜZÜ


Eski evimizin penceresinin önünde durmuş, içeriye bakıyordum. İçeride öylece oturmuş, atölye olarak kullandığı odasında kasaba halkının getirdiği deri eşyaları tamir ediyordu. Gençlik dönemlerinden beri yapmakta olduğu işini biraz bağlılıktan, biraz inatçılıktan bırakmamış, direnmişti. Yırtılan, zarar gören, boyası giden deri çantaları, ayakkabıları, ceketleri tamir ederdi. O gün de, her zamanki huzurlu, dingin görüntüsüyle elinde koca çuvaldızı, bir ayakkabı dikiyordu. Önündeki masanın üzerinde benim hep satranç taşlarından piyona benzettiğim, deri dövdüğü demir alet duruyordu yine. Odanın kokusu da aynıydı: deri kokuyordu ve hafif bir ahşap kokusuyla karışmıştı bu koku. Diğer eşyalar, koltuk, köşede duran ve hep kısık sesle açık olan ama kafasını kaldırıp da izlediğini hiç görmediğim, siyah beyaz gösteren televizyonu ve etrafta gezinen, ara ara koltuklara çıkıp başını camdan çıkarıp sokağı izleyen, muz rengi köpeğimiz…
O sabah uyandığımda ablama sormuştum:
“Evlerin ruhları olur mu?” diye.
“Nasıl yani?” dedi. “İnsanların ruhu olur, evlerin değil.”
“Ama kokuları var, insanlar gibi… İnsanlar gibi evler de…” diye yarım yamalak karşı çıktım.
Son zamanlarda sık sık uğramıştım bu pencereye. Orada durup onu izlemek beni üzmesi gerekirken, aksine mutlu ediyor, yüzüme bir gülümseme konduruyor, gözlerim dolsa da beni anlayamadığım bir şekilde heyecanlandırıyordu. Hüzünle karışık bir özlem, özlemi giderir gibi kucaklaşma, kucaklaşmanın verdiği mutlulukla gözlerin dolması ve o an gerçeğin bir yumruk gibi boğazına oturmasıyla gözyaşlarına hüznün bulaşmasıydı benim için o pencere. Herhangi bir başkası için pencereydi işte, öylesine, beton bir evin penceresi. Hem de çirkin bir pencere… Ama eskiden içinde yaşamış olduğun bir evin penceresinden içeriye bakıyorsan eğer, öyle eline gelir ki eti evin, tutamazsın, bulamaç olur. Bambaşka bir yerdir artık orası. Mekânlar dolarlar. Bir şeylerle dolarlar ve öylece kalırlar. Bir an gibi zihnine, midene otururlar.
Ben bunları düşünürken sokağın köşesinden birisinin bana doğru yaklaşmakta olduğunu fark ettim. Başımı çevirip bakmak istemedim, sanki ben bakmazsam beni görmeyecek, tanımayacaktı.
“Nezihe?”
“Merhaba abla,”
“Ne yapıyorsun burada böyle dikilmiş?!”
“Hiç…öyle… buradan geçiyordum da, bakıyorum öyle…”
“Nezihe, olmaz öyle ama…”
Sustum.
Hiddetlenir gibi oldu bir an, durdu sonra, yüzüme baktı bir şey arar gibi.
“Birisi mi var içeride?” diye sordu heyecanla karışık bir ürpertiyle.
“Yok, kim olacak ki?”
“Benim güzel, küçük kardeşim, insanlar hayatlarında olan her şey gibi, zamanı geldiğinde ölürler. Yemek yemek, su içmek, işe gitmek, evlenmek gibi bir de ölürler. Öldüklerinde ise ne olur bilinmez ama güzel bir yerlerde huzurlu olduklarına eminim.”
Rüzgar esiyor, sanki yüzüme vurup, aklımda ve boğazımda birikenleri savuşturmak ister gibi hızlanıyordu.
“Emin ol ki, babamız şimdi mutlu ve senin bu pencereden onu izlediğin gibi, o da bizi izliyor. Yukarılardan bakıyor. O da seni böyle görse ne kadar üzülürdü, kim bilir. Sen onun kıymetlisi, küçük kızısın. Benden kaç yıl sonra kavuştular sana. Sen bebekken hep sana göz kulak olmamı isterdi benden.”
Ne desem beni anlamayacak gibiydi. Daha onu toprağa vermemizin üzerinden bir sene bile geçmemişken burada öylece durmam, içeriye, ona, bize, evimize bakmam ve pencerenin dışından bile evimizin kokusunu duyabilmem… Bunlar söze dökülemezdi elbet. Başımı camdan yana çevirdim. Bir an öyle boş bulundum ki, muz rengi köpeğimiz Duman pencereden bakıp, kuyruğunu sallayacak sandım. İşte o zaman babam, “Salayım şunu da, ota çimene götür, gezsin.” derdi.
“Nezihe, babamız öleli aylar oldu. Neredeyse bir sene olacak. Bu evden sen daha fazla üzülme, kendini biraz olsun toparla diye taşındık. Yeni bir eve geçtik ve yeni bir hayata başladık. Annem de çok üzülüyor böyle ortadan kaybolup buralara gelmene. Artık yas tutmayı bırak da, ona destek olalım. Ölenle ölünmez, bu kadar da duygusal olma. Yeni evimize, yeni hayatımıza uyum sağlamaya çalış. Bu yaptığın hayal dünyasında boş boş gezinmek, kendine gel artık!”
Öyle akılcı cümleler kuruyordu ki, kendimi kusur işlemiş gibi hissettim. Oluru olan bir işi yokuşa sürüyormuş; önümde bir bir kapılar dizilmiş, “seç, beğen, aç!” denmiş de, şımarıklığımdan elimi hiçbirisine sürmüyormuşum, ancak mızmızlanıyormuşum gibi… İçimde bin bir cümleyle dönüp,
“Peki,” dedim. “Evimize gidelim.”
Yeni evimizi görse beğenir miydi diye düşündüm. Kısa süre öncesine kadar her şeyimizi bilen insanın, şimdi yaşadığımız yeri bilmiyor olmasını garipsedim. Duygularımla var gücüyle savaşan mantığın o an ablama ait olan sesi
“Boynunu bükme, boyun dediğin şey büküldükçe eğilir.” dedi.
Yüzüne baktım ve sonra dönüp birlikte eve yürüdük.
O gece sabaha kadar gördüğüm rüyalar beni rahat bırakmadı. Hepsine ya babama bağırıyor fakat sesimi duyuramıyor ya da sanki saatlerce ona koşuyor ama bir türlü tutamıyordum. İçimin karanlığıyla günün aydınlığına uyandım ertesi sabah ve bu ruh haliyle yatağımdan fırladığım gibi koştum eski evimize. Neyin eksik olduğunu anlamıştım. O, giderken veda etseydi eğer, bir yolculuğa çıkar gibi, ona söylemek istediğim öyle çok şey olurdu ki… Ona kurmak istediğim tüm cümleleri mahzenimde saklamış, dönüp dolaşıp aynı yerde, boğazımda düğümlenmelerine izin vermiştim. Onu arayışımın sebebi buydu; gerçekte de, rüyamda da. Şimdi hemen ona gitmeli ve tüm cümlelerimi dökmeli, sarılmalı, vedalaşmalıydım; içten, içimden, sessizce. Bunu yapmadığım sürece, onun gittiği gerçeğini asla kabullenemeyecektim. Sokağın köşesine vardığımda birisinin pencerenin önünde durmuş, içeriye bakmakta olduğunu gördüm. Aniden durup, başını cama yaslamış, düşünceli ve dolu gözlerle içeriyi seyreden kişiye bakakaldım ve o şaşkınlıkla bir an için yanlış gördüğümü düşündüm. Gözlerimi ovuşturdum, tekrar baktım. Hayal görmüyordum. Pencereden içeriyi izleyen kişi, ablamdı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder