06 Şubat, 2012

BUGÜN KİTAPLARDAN GEORGE ORWELL, BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT


Kitabı okurken Winston’ın yaşadığı kaotik ve özgürlükten uzak, sürekli denetim altında yaşanan, nefret duygusunun merkezde olduğu ortamın içimize ektiği sıkıntı bir anda aklımıza bir soru getiriyor: Şu anda yaşadığımız gerçek dünya bu olabilir mi? İşte bu sorunun verdiği sıkıntı, karşılaştığımız karşı ütopyanın içimize ektiği sıkıntıyı katlıyor. Evlerimize yerleştirilmiş tele-ekranlar yok, ancak her an ne yaptığımızı gösteren, bizleri takip edilebilir kılan internet siteleri var. Başta facebook ve twitter olmak üzere, bir çok sosyal medya aracı sayesinde tanımadığımız insanlar bizleri, düşüncelerimizi takip edebiliyorlar.
O halde, hepimiz aslında izlenebiliyorsak, Winston’ın kabusunu bir anlamda farklı bir araç vasıtasıyla yaşamaktayız.
Büyük Birader hayatlarımızda var mı, bilinmez ama kitapta var mı yok mu? Winston’un O’Brien’e yönelttiği soru da bu: “Büyük Birader gerçekten, benim var olduğum gibi var mı?” ancak bu soruya gelen cevap oldukça vurucu
“Sen yoksun ki.” Zaten bütün hikaye ve düşünceler bu noktada tıkanıyor ve emiliyor.
Winston gibi umutlarını, sorgulama, şüphelenme duygusunu yitirmemiş bir adam, 2+2=4 diye ısrar ederken, gördüğü işkenceler, maruz kaldığı zorlamalar sonucu tüm umutları, inançları ve şüphelerinden arındırılmış bir şekilde yeniden bırakılıyor hayata ve 2+2=5, diyen birisine “dönüşüyor”. Julia ile buluşmasının artık bir sakıncası yok, artık önemsiz ve hayvandan farksız görülen, düşünmedikleri için kendilerine düşünce özgürlüğü hakkı tanınan proleterlerden pek de bir farkı kalmıyor. Winston’ın Julia yanındayken düşündüklerini anlatan: “Yaptığınız ya da düşündüğünüz her şeyi en küçük ayrıntısına kadar açığa çıkarabilirlerdi, ama nasıl işlediğini sizin bile bilmediğiniz yüreğinizin içi, sırrını korurdu” ifadelerini görünce içimizde yanan umut ışığı, Winston’ın geçtiği işkence sürecinin sonunda Julia’yı sevmekten vazgeçmesi ile aniden sönüyor. Çünkü insan bir an geliyor ve diyor ki “Bunu bana yapmayın. Ona yapın!” İşte o an aşk bitiyor ve içimizdeki duygulara kadar söküp almalarının mümkün olduğunu görüyoruz. Yoksa kitapta “buharlaştırma” diye geçen ve bizim çok da kavrayamadığımız olay bu muydu? 101 numaralı odada bizler olsak, bizim karşımıza ne çıkardı? Bu soruyu sormak bile ürkütüyor insanı.
Partinin yaptıkları kendisine dokunmadığı sürece durumdan rahatsız olmayan, genç ve cesur Julia’yla olan ilişki partiye karşı düpedüz bir başkaldırı. Çünkü cinsellik denen şey yok edilmeye çalışılıyor ve insanların yalnızca çocuk yapmak amacıyla birlikte olmaları gerekiyor. Ancak başından beri aslında her şeyin izlenmiş olması ve sonunda bu başkaldırının bir sonuç vermemesi, ikisinin de birer “hiç”e dönüşmeleri mutsuz, hatta umutsuz son.
Peki sizce Goldstein ya da Direniş Örgütü var mı? O’Brien Goldstein’ın kitabını yazanın kendisi olduğunu söylese de , bunun var olup olmadığı belirsiz. Peki, üç süper-devlet arasındaki savaş Goldstein’ın kitabında anlatılan doğrultuda mı ilerliyor, yani onun anlattığı gibi danışıklı dövüşten mi ibaret?
Ve gerçekten aslolan iktidar mı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder